34 Yıl:
9 Haziran
2014 ISSN:
1306-3472

Ana Sayfa » Yıl 9, Sayı 34 (Haziran 2014) » ŞAVAŞ ZAFER ŞAHİN VE ŞEHREKÜSTÜ

EDEBİYAT KÖŞESİ

 

SAVAŞ ZAFER ŞAHİN VE ŞEHREKÜSTÜ                        


Gülden A. Pınarcı
gpinarci@atilim.edu.tr


 

Edebiyat Köşemizin bu sayıdaki konuğu Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Savaş Zafer Şahin. Savaş Bey bizlere yeni çıkan Şehreküstü kitabının hazırlık aşamalarını, bu maceranın nasıl başladığını ve kitapla ilgili merak edilen birçok sorunun cevabını samimiyetle paylaştı. Şehreküstü’nün varoş kelimesi yerine kullanıldığını, eskiden kentlerimizde Şehreküstü mahallelerinin olduğunu, yani kendilerini şehrin dışında kabul edenlerin olduğunu dile getiren Şahin, günümüz için şunları söyledi:

“Bu kavram bana çok ilginç geldi; çünkü belki o dönemin insanları için sonradan gelen insanların yaşadıkları şehrin kenarındaki bu mahallelere Şehreküstü deniyorken sanki günümüzde şehrin her yeri bir Şehreküstü hale gelmişti. Kimse yaşadığı mahalleye, semte, yaşadığı kentin değerlerine duyarlı değil, bu duyarlılığımızı kaybetmiş durumdayız.”



Savaş Zafer Şahin Söylesi paylaşan: atilim_universitesi


Öncelikle bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Biz sizi yakından tanıyoruz, ama sizi tanımayanlar için Doç. Dr. Savaş Zafer Şahin kimdir, bize kendinizden bahsedebilir misiniz?

İlk soru en zor soru oldu. İnsanların kendini anlatması kolay bir şey değil, ama ben kısaca kariyerimi anlatarak kendimi anlatmaya çalışayım.

Ben bir şehir plancısıyım. ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümünden mezun oldum. Ardından da ilgi alanım biraz değişti, yerel yönetimler ve kentleşme politikaları üzerinde yüksek lisans ve doktora çalışmamı yaptım. Sonrasında da Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümünde Öğretim Üyesi olarak kariyerime devam etmekteyim.

Ancak bütün bunları yaparken uzun süre bir uygulama ve sivil toplum deneyimim de oldu. Akademik çalışmalarımı yürütürken Ankara Büyükşehir Belediyesi, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ankara Valiliği, Ankara İl Özel İdaresi gibi kurumlarda proje yöneticisi ve kent-şehir plancısı olarak çalıştım.

Aynı zamanda Türk Mühendis Mimarlar Odası Birliği, Şehir Plancıları Odasında, ODTÜ Mezunlar Derneğinde, Orta Doğu Kamu Politikaları Araştırmaları alanında çeşitli sivil toplum deneyimlerim oldu. Bütün bunların yanı sırada uzunca bir süredir, öykü denemelerim var. Sanatın farklı dallarıyla da ilgilenmeye çalışıyorum; Klasik Türk Müziği konusunda özellikle ilgiliyim. Amatör diyebileceğimiz bir Neyzen olarak da aynı zamanda müzik çalışmalarımı da devam ettiriyorum. Bütün bunları bir araya getirirseniz, aslında bunlardan süzülen bir duyarlılıkla hayata bakmaya çalışıyorum. Bu da Savaş Zafer Şahin’dir diyebilirim.

Ankara’yla ilgili birçok çalışmalarınız var. Biraz bunlardan bahsedebilir misiniz? Son kitabınız çıktı o da Ankara’yla ilgili. Ondan söz etmeden önce Ankara’yla ilgili kent çalışmalarından biraz bahsedebilir misiniz?

Tabi bahsettiğim üzere hem uygulama hem sivil toplum hem de akademik hayatta Ankara’yla yakından ilgilendim. Ankara’yla ilgili özellikle tarihi alanların korunması ve Ankara’nın planlanması konusunda çok çalışmalar yaptım. Daha sonra uygulamasında bulduğum bu çalışmalar akademik yaşamda da yazılara, bildirilere ve kitap bölümlerine dönüştü.

İlgilendiğim temel konular; birincisi tabi ki Ankara’nın planlaması; çünkü Ankara Cumhuriyetin başkenti olarak Türkiye’de planlı kentsel gelişmenin öncü ve örneğidir. Uzunca bir dönemde böyle devam etmiştir. Ama benim meslek hayatıma başladığım dönemde bu misyon değişmeye, dönüşmeye başladı ve buna bağlı olarak da Ankara’nın gelişiminde, Ankara’da yaşayanların hissedebileceği ve gözlemleyebileceği ölçüde bir dönüşüm ve bozulma yaşanmaya başladı. Bu konuyla yakından ilgilenmeye başladım. Yani Ankara nasıl planlanmalı, Ankara’nın bu anlamdaki sorunları nasıl çözülür?

İlgilendiğim bir diğer konu, Ankara’nın tarihi dokusunun korunması meselesi. Tabi bütün bu Ankara kentinin gelişimi sürecinde Ankara en fazla tarihi dokusundan kan kaybetti. Bu tarihi dokuları biz acaba nasıl koruruz? Sadece tarihi dokularda değil, bir kent yaşayan canlı bir varlıktır. O canlı varlığın eskiyen, unutulan, kaybolan kısımları var; bu kısımları acaba o kentin kimliğinde ve kültürüne katkıda bulunur şekle nasıl getiririz konularıyla yakından ilgilenmeye çalışıyorum.

Tabi bütün bunların bir de yönetsel boyutu var; yani bütün bunlar olup biterken yerel yönetimler, belediyeler, il özel idareleri, mahalleler ve bu işin yönetsel boyutu acaba nasıl etkileniyor, nasıl etkilenmeli, bunu nasıl dönüştürmeliyiz, neler yapmalıyız konusuna da kafa yormaya çalışıyorum.

Ankara’yla ilgili son çalışmalarınızdan biri “Şehreküstü” adlı kitabınız geçtiğimiz nisan ayında çıktı. Sohbetimize kitabın adıyla başlamak istiyorum. Şehreküstü’nün anlamı nedir? Neden Şehreküstü?

Neden Şehreküstü’yü yanıtlamak için biraz geçmişe gitmem gerekiyor. Ben 2001 yılında İngiltere’de yaptığım yüksek lisansın ardından sonra Türkiye’ye geri döndüm. Geri döndükten sonrada bizim ODTÜ Mezunlar Derneğimiz kapsamında birtakım çalışmalar yapmaya başladık. Bir çevre ve kent komisyonu kurduk, dernek çatısı altında ve bazı çalışmalar yapmaya başladık. Bu çalışmalar ilginçtir, aradan geçen 10 yıl sonra bizim önümüze büyük sorunlar olarak dönen konularla ilgiliydi; örneğin Eymir, örneğin ODTÜ’nin içinden ya da yanından geçmesi muhtemel yollar, ODTÜ’nün arazisi üzerindeki yapılaşma baskısı, Ankara kentindeki mahalle örgütlenmeleri gibi konularla ilgilenmekteydik.

Tabi bu konular o zamanlar bu kadar gündemde değildi. Yani ODTÜ camiası entelektüel bir camiadır. Bu konulara çok kafa yoran insanlardan oluştuğunu varsayarız, ama o zaman şöyle bir sorunla karşılaştık; önemli çalışmalar yapıyorduk. Örneğin o dönem yerel seçimler 2004 ve 2009’da tüm adayları mezunlar derneğinde bir araya getirip konuşturmuştuk. Beklediğimiz kadar ilgi olmuyor, bunun üzerine arkadaşlarımızda konuşurlarken şöyle bir fikir ortaya attım. Dedim ki derneğimizde bir yayın organı var. Bu yayın organında ODTÜ’lüler Bülteni adı altında çıkan ve yedi gün ODTÜ’ye dağıtılan, bütün üyelere dağıtılan bir dergi. Bir köşe yazalım, bu köşede böyle kuru bir şekilde kentle ilgili meselelere anlatmak yerine daha farklı bir dille anlatmaya çalışalım. Arkadaşlarımız çok sıcak yaklaştılar bu öneriye ve ben düşünmeye başladım. Acaba böyle bir şeyin adı ne olmalı, başlığı ne olmalı? Bunu düşünürken aklıma “Şehreküstü” kelimesi geldi. O zamanlar Yavuz Bülent Bakiler’in bu kelimeye değindiğini okumuştum. “Varoş” kelimesi yerine bu kelimeyi kullanmamız gerektiğini öneriyordu. Bu kelimenin daha bizden olduğunu söylüyordu. Ben de biraz araştırınca şununla karşılaştım: Eskiden bizim kentlerimizde Şehreküstü mahalleleri varmış. Bugün hâlâ İstanbul’da, Gaziantep’te ve Bursa gibi kentlerimizde Şehreküstü mahalleleri varlıklarını sürdürüyorlar. 

Şehreküstü şu idi, tabi eski kentlerde bir sur var; surun içinde yaşayanlar ve surun dışında yaşayanlar söz konusu. Sürekli olarak da diğer işgal edilen, bir şekilde yakıp yıkılan kentlerden ya da başka vesilelerle insanlar Batıdaki büyük kentlere göç ediyorlar, o zaman da göç aslında önemli bir olay. Bu göç eden insanlar şehrin en dışında, surun dışında yeni mahalle kurup oraya yerleşiyorlarmış ve onlara da Şehreküstü deniyormuş. Çünkü şehre çok uzak, şehre çoğunlukla daha az inip, şehre daha az taşınan insanlardan oluşan bir kitle olduğu için.


“...Büyük kentlere göç eden insanlar şehrin en dışında, surun dışında yeni mahalle kurup oraya yerleşiyorlarmış ve onlara da Şehreküstü deniyormuş. Şehrin kenarındaki bu mahallelere Şehreküstü deniyorken sanki günümüzde şehrin her yeri bir Şehreküstü hale gelmişti.”


Bu kavram bana çok ilginç geldi; çünkü belki o dönemin insanları için sonradan gelen insanların yaşadıkları şehrin kenarındaki bu mahallelere Şehreküstü deniyorken sanki günümüzde şehrin her yeri bir Şehreküstü hale gelmişti. Kimse yaşadığı mahalleye, semte, yaşadığı kentin değerlerine duyarlı değil, bu duyarlılığımızı kaybetmiş durumdayız. Öyle durumlar var ki, insanlar kentin dışında yaşayıp Çayyolu’nda belki, bulunduğumuz yer olan İncek’te şehir merkezine yılda bir bile inmemeye başladılar. Ne zaman en son Ulus’a indik, ne zaman Kale’ye gittik, ne zaman Kızılay’a gittik, ne zaman bir Emek- Bahçeli’ye gittik sorusu yanıtsız kalmaya başladı.

Bunun ötesinde evlerimiz birer yatakhaneye dönüşmeye başladı; işe gidiyoruz, okula gidiyoruz, bulunduğumuz mekâna bir hassasiyet göstermeden, sahip çıkmadan evimize dönüyoruz ve yatağımıza giriyoruz. Hatta şu olur; hafta sonları evden çıkmıyoruz, büyük ekran televizyonlarımızda aldığımız, internetten indirdiğimiz filmleri izlemeyi tercih ediyoruz; çok bunaldığımız zamanda bir AVM’ye gidiyoruz. Belki AVM’ye de gitmesek işte eş, dost, akraba bir restorana gidip yine kapalı bir ortamda yemek yemeyi tercih ediyoruz.

Tabi bu söylediklerimi dinleyenler biraz bir Ankara söylemi dinliyor gibi de hissedebilir, ama İstanbul’daki, Bursa’daki başka yerlerdeki insanlarla da konuştuğumuzda farklı derecelerde bu meselenin geçerli olduğunu ben gözlemliyorum.


“İnsan yaşadığı mekâna yabancılaşır ve oraya küserse, o zaman kendine de yabancılaşıyor.”


O zaman hepimiz birer Şehreküstü haline geldiysek, Şehrimize küstüysek bir şekilde şehrimizle barışmamız lazım. Çünkü insan yaşadığı mekâna yabancılaşır ve oraya küserse, o zaman kendine de yabancılaşıyor. Çünkü biz yaşadığımız yerdeki mekânsal değerlerle kendimizi tarif ediyoruz, nerede çocukluğumuz geçti; hangi evde büyüdük; nerede oynadık; nerede ilk aşkımızı ağaçlara kazıdık; nerede ilk defa oyun oynarken düştük dizimizi kanattık bunlar hafızamızın önemli parçaları. Yani o nereler kaybolursa o zaman biz kendimize yabancılaşmaya başlıyoruz.

Geçen ODTÜ’deki bir hocamız şöyle dedi; Çankaya’da bir yerde oturuyorum. Ben hâlâ doğduğu evde büyüyen tek adamım dedi, gerçekten çarpıcı bir ifade bu. Hiçbirimiz neredeyse doğduğumuz evde yaşamıyoruz. Hatta büyüdüğümüz evde de yaşamıyoruz. İşte buradan yola çıkarak dedim ki bu köşenin adı Şehreküstü olmalı; Şehreküstü kavramını kullanarak o dergide her ay bir yazı yazmaya başladım. Bu yazıya ilk olarak bir öykü olarak başladım. Nereye gideceğini de çok tahmin etmiyordum açıkçası. Fakat herhalde yazarken yavaş yavaş düşüncelerim berraklaşmaya başladı ve şöyle bir şey oluştu: Bir kere bu Şehreküstü adlı öykülerde öykü deneme karışımı bir şey diyorum ben buna, tam olarak öykü de değil. Öykülerde Ankara’nın mekânları başrolde olmalı, ama aynı zamanda her kentte görebileceğimiz karakterler, varlıklar ve olgular da yer almalı onlar kendileri açısından yaşadıkları olayları tarihlerini ve kenti anlatmalılar; bir yandan da bu olaylar birbirini izlemeli bir zincirin halkaları gibi. Bu mantıkla öyküleri yazmaya devam ettim ve 21. sayıya geldiğimde de bunlar bir döngü şeklinde başa da dönebilir diye düşüyorum. ODTÜ’lüler Bültenindeki bu macera son 27 sayı devam etti. 27 sayı sonrasında bizim ikiz bebeklerimiz doğdu. Ben doktora tezimi yazmak zorundaydım, askere gittim vs. bu hep kesintiye uğradı. Sonrasında akademik hayatım başladı. Aradan uzunca bir zaman geçtikten sona ben Şehreküstü kavramını önemsediğim için tekrar bu kez internette bir blok açıp Şehreküstü adlı denemelerimi ve yazılarımı orada paylaşmaya başladım. Bunlar olurken de tabi aklımın bir köşesinde o Şehreküstü öykülerinin daha geniş bir kitleyle buluşturma arzusu vardı. Yakın zamanda da bu arzu gerçekleşti ve okuyanın kendi şehrine ve kendine yabancılaşmasına en azından fark etme olanağı tanıyan bir dizi öyküden oluşan bu kitap yayınlandı. Şehreküstü’nün öyküsü ve anlamını böyle açıklayabilirim size.

Hocam kent, yaşam ve Ankara üzerine öykülerden oluşuyor, Şehreküstü. Şehreküstü’yle okuyucuya yaşadığı şehri farklı açılardan bakması için pencereler sunuyorsunuz. Bunları da karakterlerden kesitler vererek gerçekleştiriyorsunuz. Karakterlerinizi seçerken neye dikkat ettiniz ya da neden o karakterleri seçtiniz?

Tabi her yazarın olduğu gibi bu karakterlerin tamamı benim hayatımın belirli aşamalarında yüzleştiğim, deneyimlediğim olaylar ve kişilerden oluşmakta ve bu karakterleri seçerken dikkat ettiğim önemli bir hususta şu: Bu Şehreküstü haline gelmemizin ya da şehrimize küsmemizin sonuçlarından bir tanesi daha homojen insan toplulukları halinde yaşamayı tercih etmeye başlamamız, hep bize benzeyen insanlarla yaşamayı tercih ediyoruz. İşte zenginler zenginlerle, fakirler fakirlerle yaşamayı tercih ediyorlar.

Eskiden böyle eğilimler tabi ki vardı. Ama bu kadar keskin ayrılmalar, kutuplaşmalar, yarılmalar yoktu. Yani bir bakıyorsunuz, bugün bir Mamak semtine gittiğinizde hep birbirine benzeyen etnik kimlikten, aynı gelir grubundan insanların aynı yerde yaşadığını görüyorsunuz ya da Çayyolu’na gittiğinizde benzer bir durumla karşı karşıya geliyorsunuz.

Şu çok acı bir sorundur, kurban bayramı geliyor ve insanlar kurban kesiyor. Zenginler birbirine kurban payı vereceğimiz fakir var mı diye soruyor; fakirler de kurban payını alabileceğimiz zengin var mı diye soruyor, muhtemelen bu durumlar acı durumlar. Onun için insanların çok yüzleşme olasılığının olmadığı konuları ve karakterleri seçmeye çalıştım. Örneğin işte günümüzde de tartışma konusu olan cemaat; cemaatlerin yurtları, bu yurtlarda kalan öğrenciler belki hiç tanımadık, böyle birini. Bu çocuğun iç dünyasını hiç görmedik. Belki uzaktan biliyoruz, gazete haberlerinden okuyoruz. Belki siyasi değerlendirmeler açısından bakıyoruz. Ama o insan acaba kenti nasıl deneyimliyor?


“ölüm aslında bizim kefenleyip şehrin bir tarafına kaldırdığımız bir olgu, öyle olunca da bizim için çok travmatik bir hale gelmiş bir şey. Eskiden baktığınızda eski kent dokularında mezarlıkların hazireler halinde, hazire denen küçük mezarlıklar halinde mahalle mezarlıklarının dolduğunu insanların doğum gibi ölümle de iç içe yaşadıklarını görüyoruz.”


Kavramlar, ölüm kavramı çoğu zaman kentle bir araya getirmediğimiz, yüzleşmediğimiz bir kavram; çünkü ölüm aslında bizim kefenleyip şehrin bir tarafına kaldırdığımız bir olgu, öyle olunca da bizim için çok travmatik bir hale gelmiş bir şey. Eskiden baktığınızda eski kent dokularında mezarlıkların hazireler halinde, hazire denen küçük mezarlıklar halinde mahalle mezarlıklarının dolduğunu insanların doğum gibi ölümle de iç içe yaşadıklarını görüyoruz.

Hâlbuki biz bir ölüm vakasıyla, ancak Allah vermesin hiçbir zaman ama hayatın bir gerçeği, başımıza geldiğinde neredeyse fabrikalaşmış, makineleşmiş bir mezarlığa gidip çok kısa bir şekilde orada yüzleşip arabamıza binip son sürat oradan kaçıyoruz. Bu çok sağlıklı bir şey değil ya da hamamlar, tellaklar artık hayatımızın dışına çıkmış, karakterler. Artık biz duşların insanlarıyız. Yani duşlarda şampuanlarla temizlenmeye çalışan insanlarız. Oysaki hamamlar kültürümüzün önemli bir parçası, tellak dediğimiz bir karakter var, hâlâ ya da memurlar, Kızılay’da çalışan bir memur, hep yanı başımızda duran bizim hayatımıza dokunan karakterleri tercih etmeye çalıştım. Çünkü kendimizle özdeşleştirebilmemiz için bu karakterlerin dilinden bu şehri dinlememiz gerekiyor diye düşünüyorum.

Karakterlerin yanı sıra öykülerde geçen Ankara’daki mekânlar çok farklı. Birçok Ankaralının gidip görmediği ya da bilmediği mekânlar var. Şimdi karakterleriniz mi mekânları oluşturdu yoksa mekânlar mı karakterlerinizin içinden doğdu?

Aslında ikisi birden, yani kimi zaman bir mekânı düşünürken karakter aklıma geldi, kimi zaman karakteri düşünürken mekân onu izledi.

Biraz da şöyle bir kaygım vardı, şimdi günümüz koşullarında biz kentleri biraz da hazcı bir anlayışla ele almaya başladık. Yani bir kenti niye insan gezer ya da bir kentte niye dolaşır, nereyi dolaşır sorusunun yanıtı çoğunlukla turisttik olan yerleridir. Yani kimse Güven Parktaki Güven Anıtına Ankara’da bir turist gözüyle gidip bakmaz ya da oraya gidip bakmaya tenezzül etmez. O koşuşturmacası arasında fonda bulunan bir şeydir sadece.

Oysa biliyoruz ki, 1940’larda 1950’li yıllarda Ankara’nın köylerindeki ilkokul çocukları otobüslerle merkeze getirilip Güven Anıtının önünde Güven Anıtı gezdirilmiş ve ne hale geldi, nasıl yapıldığı çocuklara anlatılırmış. Bugün böyle bir sorun var. Ben onun için mekânları seçerken hani kentin renkliliğini, zenginliğini anlatacak şekilde seçmeye çalıştım. Doğal olarak bu mekânlar da kendi karakterlerini taşıyorlar. Örneğin bir pavyon, bir pavyon kadınını taşıyor. Ama biz o pavyon mekânından ister istemez uzak durma ihtiyacı hissediyoruz. O insandan da uzak duruyoruz, o insanın dünyasından da uzak duruyoruz ya da bir berber çırağı ya da bir işte cemaat yurdunda kalan bir öğrenci bu insanlardan uzak durduğumuz zaman o mekânlarda bizim için yok hükmüne geliyor. Yok hükmüne gelen mekânlardan oluşan bir kent artık bir vakumdur, sadece o vakumun içerisinde nefes alabileceğimiz birkaç nokta vardır, orada yaşamayı tercih edersiniz. Bu da insan için sağlıklı bir şey değil diye düşünüyorum.

Şehreküstü 20 öyküden oluşuyor. Her öyküde okuyucuya farklı karakterlerle ve Ankara’dan farklı mekânlarla buluşturuyorsunuz. Anıların mekânlarda nefes aldığını, şehirlerin insanların yaşadıkları olaylar üzerinde büyük etkisi olduğunu konusunda neler düşünüyorsunuz?

Şimdi tabi günümüzde hep dile getirilen bir husus, günümüzün hız çağı oldu ve gerçekten de artık bilgiye erişmek, birtakım konularda malumat sahibi olmak eskisinden çok daha kolaylaştı. Zaten içinde bulunduğumuz kütüphane binası da bunun güzel örneklerinden bir tanesidir.


“Mekân çok önemli bir unsur; çünkü mekân insan zihninin hatıraları haritalamasını sağlıyor”


Ama ortada bir sorun var. Sorun şu: İnsanoğlu bilgiyi depolamak için değil, bilgiyi hazmedip anlamlandırmak için yaratılmış bir varlık. Eğer öyle olsaydı, yapay zekâlar çoktan insanların yerini almışlardı; çünkü milyonlarca, milyarlarca insanın beyin kapasitesinin çok üstünde veri depolayabilecek bilgisayarlarımız var artık ama anlamlandırma insana özgü bir şeydir ve anlamlandırmak için insanın yüreğiyle beyninin bir arada çalışması gerekiyor. Hafızanızdaki bilgilerin duygularınızla harmanlanması gerekiyor. Bunun için de mekân çok önemli bir unsur; çünkü mekân insan zihninin hatıraları haritalamasını sağlıyor. Eğer siz o haritadaki unsurları kaybederseniz, yani yürüdüğünüz halı altınızdan çekilmiş gibi bir durum söz konusu olur ve bizi bir arada tutan, toplumları tanımlayan değerler ortadan kalkmaya başlıyor.

Burada küçük bir anımı aktarmak isterim; Kültür ve Turizm Bakanlığında çalışıyoruz. Bir grup hacı amca bize geldi, dediler ki, biz Tokat’ın bir kasabasından geliyoruz, büyük bir sorunumuz var. Nedir sorununuz dedik. Bizim bir camimiz var, cami cemaate yetmiyor. Camiyi yıkıp yenisini yapmak istiyoruz, ama bize izin vermiyorlar. Oturttuk, çay ikram ettik ve araştırdık bu cami nedir diye. Bir baktık ki 800 yıllık ahşap bir Anadolu Selçuklu Camisi, tescilli bir yapı kültürümüzün çok önemli unsurlarından bir tanesi. Önce şöyle anlatmaya çalıştık; yani bunu yapamazsınız çünkü burası tescilli bir yapıdır dedik. Amcalar anlamadılar. Başka şekillerde denedik, yasaktır dedik olmadı. Sonra bir tane yaşı hayli ilerlemiş bir ağabeyimiz, meslektaşımız gelip amcalara şöyle bir şey söyledi: Amca yarın bir gün gavur burayı işgal ederse burası bizimdir diyecek ne var elimizde, burayı da yıkarsak bu bizim nasıl diyeceğiz dedi. Amca hak verdi, haklısın biz burada işte 800 yıldır varız diyebiliriz bu şekilde dedi. Vazgeçtiler. Sonra bizde başka yetkilerle, belediyelerle görüştük onlara başka bir cami yapıldı, bunun gibi örnekleri memlekette çoğaltmak mümkün.

Bizim gibi modernleşme sürecindeki ülkelerde yıkıp yapma modernitenin bir sembolü olarak görülüyor. Oysa modernleşmenin en önemli göstergelerinden bir tanesi de hafızadır. Önümüzde İngiltere modernleşmesi de var, önümüzde Amerika’da modernleşmesi var; bir tanesi sıfırdan inşa edilmiş, bir şey; bir tanesi yüzlerce yıllık bir geleneğin her unsurundan titiz bir şekilde sahip çıkmaya çalışan bir gelenek ikisi de modernleşme geleneği.

Şimdi Türkiye’nin bunun üzerinde çok daha fazla kafa yorması, çok daha fazla felsefe yapması gerekiyor. Yoksa günün birinde geriye dönüp baktığımızda koruduğumuz ya da korumadığımız kendimize ait hissedebileceğimiz hiçbir şey kalmadığını göreceğiz. Bazen küçümsüyoruz, 90 yıllık Cumhuriyet tarihimiz var sadece diyoruz ama 90 yıl çok uzun bir süre. 1 yıl bile insanların anılarına ve mekânlarına sahip çıkabilmesi için çok uzun bir süredir. Bunlara sahip çıkamazsak önce kendimiz şehrimize, kendimize ve birbirimize yabancılaşacağız; yabancılaşıyoruz da zaten. Bu yabancılaşma süreci belki bugün birbirimizi daha az anlamamıza, daha az hoş görmemize ve toplumdaki birçok hastalığın ortaya çıkmasına da sebep oluyor. Bunu engellemek istiyorsak işte bu kentteki farklı mekânları anlamaya çalışmak ve ondan sonra müdahale etmek zorundayız.

Hocam kitabınızda sıradan günlük hayatı sıra dışı bir halde sunuyorsunuz. Peki, kitabınız hangi tarz okuyucuya hitap edecek ya da ne tarz okuyucular kitabınızı okumalı?

Şimdi bu soruya yanıt vermem zor, cevabım da yok açıkçası; çünkü hedeflediğim bir kitle yoktu, açıkçası herkes burada kendine ait bir şey bulabilsin niyetiyle yazdım. Ama okuyucu tercihler yapacaktır tabi ki hani ne tür bir şey bulacak burada kendinden, çünkü insanlar kitaplara önyargılarla da yaklaşabilir. Sonuçta kitap onu değiştirir ya da değiştirmez. Bunu zaman gösterecek çünkü kitap çıkalı da daha çok fazla bir zaman olmadı. Ben de merakla bekliyorum.

Ama şunu söyleyebilirim, şöyle bir arzum var: Şimdi hepimiz kurulmuş bir saat gibi belirlenmiş hayatları yaşıyoruz; mesailerimiz var, bizden beklentiler var, ailelerimizin beklentileri var, patronlarımızın beklentileri, idarecilerimizin beklentileri var, yöneticilerimizin beklentileri var ve bu bizi sanki bir akıntıya kapılmış bir kibrit kutusu gibi çok da irademizi kullanamadığımız bir şekilde hayatta yüzdürüyor.

Şimdi ama öyle şeyler var ki, bazen tam yürürken bir an durup etrafa dikkatlice de bakmak gerekiyor, bunu yapamıyoruz. Yani işte o Güven Anıtı çok önemli bir anıttır, çok önemli de bir hikâyesi vardır. Milyonlarca insan geçiyor önünden her gün, yüz binlerce insan geçiyor hiçbiri dönüp bakmıyor o anıta. O anıtın ne ifade ettiğine bakmıyor. Ne bileyim işte kütüphane binamızın önündeki banka oturup oradaki çiçeklere bakmıyoruz. Yani bir arayışla bir şeye bakmıyoruz.


“Bu kentle barışmanın yolu arada bir, senede bir durup etrafa burada ne varmış, bu nedir acaba diye bakmak.”


Benim burada vermek istediğim temel mesaj aslında tam olarak bu, yani bu kentle barışmanın yolu arada bir, senede bir durup etrafa burada ne varmış, bu nedir acaba diye bakmak. Bunu yaptığımız zaman hayat daha mutlu ve anlamlı bir yer hale gelecek.

Peki, hocam Şehreküstü’nün devamı gelecek mi ya da Ankara’yla ilgili başka projeleriniz var mı?

Ankara’yla ilgili çok projem var; bir tanesi Ankara’nın son dönem planlama tarihini yazmak doktora tezimden hareketle,  üzerinde çalışmaya devam ettiğim bir şey.

Şehreküstü’nün de devamı gelecek, çünkü hakikaten ben bu kadar ilgi olacağını beklemiyordum. Özellikle meslektaş ve arkadaş camiasından çok ilgi oldu. Bu ilgi beni de heyecanlandırdı. Dediğim gibi 27 tane yazılmıştı, 27 öyküydü; 20’si kitaplaştı. Bu heyecan beni de açıkçası motive ediyor, tekrar 20 öyküyle belli bir süre sonra okuyucunun karşısına geçmek istiyorum açıkçası.

Çok güzel olur, hocam. Çünkü Ankara’yla ilgili bu tarz kitaplar çok fazla yok, eğer olursa eminim okuyucular da çok memnun olacaktır.

Bu arada şunu da ifade etmek istiyorum, aslında tabi Şehreküstü’nün ortaya çıkma sebeplerinden birini de hatırlattınız bana.


“...dünyanın bütün büyük kentlerinin öyküleri vardır ve bu öykülerinde temaları vardır. Örneğin New York’la ilgili bir filmde ya da bir romanda mutlaka New York metrosu bir şekilde geçer. Paris’le ilgili bir romanda ya da kitapta mutlaka Seine Nehri vardır. Seine Nehri, Eiffel Kulesi vardır. Kenti kent yapan şey biraz da edebi ürünler;    Ankara’nın içindeki mekânların da öykülerini yazmamız gerekiyor”


Şimdi dünyanın bütün büyük kentlerinin öyküleri vardır ve bu öykülerinde temaları vardır. Örneğin New York’la ilgili bir filmde ya da bir romanda mutlaka New York metrosu bir şekilde geçer. Paris’le ilgili bir romanda ya da kitapta mutlaka San Nehri vardır. San Nehri, Eiffel Kulesi vardır. Kenti kent yapan şey biraz da edebi ürünler; işte İstanbul Yahya Kemal Beyatlı’dır. Ama ilginçtir, İstanbul yazanlarının çoğu da Ankaralıdır, Orhan Veli Kanık gibi. İşte onun için Ankara’nın öykülerini yazmamız gerekiyor. Ankara’nın içindeki mekânların da öykülerini yazmamız gerekiyor. Öykülerini yazarsak insanlar oralara sahip çıkacaktır.

Bugün Atatürk Orman Çiftliğiyle ilgili sıkıntılı bir süreç yaşanıyor biliyorsunuz. Bir talan sürecine konu oluyor Atatürk Orman Çiftliği. Fakat şu soruyu sormuyoruz kendimize. Peki, biz Atatürk Orman Çiftliği için ne hayaller kurmuştuk?  Bunun yanıtı var mı?  Ne yazık ki yok. Hayali kuran sadece Atatürk’müş ve bunun miras belgesi, burası Ankaralılar için şöyle bir yer olsun demiş. Fakat sonrasında bir çiftlikte kim ne yaptı, nasıl bir yaşam vardı, burası için ne olabilirdi, ne olmalıydı buna ilişkin öyküler, romanlar yazmamışız, filmler çekmemişiz. Çekmediğimiz için de halkın vicdanında buraya ilişkin bir hassasiyet yaratamamışız. Yaratamadığımız için de bugün peynir gibi doğranıyor bu arazi.

Sadece tepki var, insanlar doğrudan erişebileceği yerlerde, sadece kente yapılan müdahalelere tepki var. Örneğin Kuğulu Park bir zamanlar biliyorsunuz o alt geçitler yapılırken Ankara’da insanlar parka sahip çıktılar; çünkü orada yaşıyorlardı. Ama Atatürk Çiftliği etrafında yaşayan yok, bunun için ona pek o kadar sahip çıkan yok. Dolayısıyla bunu, Şehreküstü’yü biraz yapmak istedim. Yani insanlara Ankara’nın mekânlarını hem öyküleştirerek onların zihninde daha canlı ve sağlıklı bir yer edinmesini sağlamaya çalıştım.

Sahibi: Prof.Dr. Abdurrahim Özgenoğlu
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A. Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.