33 Yıl:
9 Mart
2014 ISSN:
1306-3472

Ana Sayfa » Yıl 9, Sayı 33 (Mart 2014) » Prof. Dr. Serap Kurbanoğlu İle Kadın, Akademisyenler Ve Kütüphaneler Üzerine Söyleşi

Pınar DEMİRTAŞ Dinçer AZAPCI
Pınar Demirtaş  Gülden A. Pınarcı  Dinçer Azapçı

SOHBET KÖŞESİ

 

 

 

 

PROF. DR. SERAP KURBANOĞLU İLE

KADIN, AKADEMİSYENLER VE KÜTÜPHANELER ÜZERİNE SÖYLEŞİ


Bültenimizin bu sayıdaki gündemi 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü ve Kütüphaneler Haftası. Bu vesileyle hem kadın hem de kütüphaneler olmak üzere bu önemli iki konuya akademisyen penceresinden bakalım istedik. Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Serap Kurbanoğlu’yla siz okurlarımız için sıcak bir sohbet gerçekleştirdik.

Sayın Kurbanoğlu Türkiye’de kadın, akademik camia kadın ve kütüphaneler üzerine sorduğumuz tüm soruları içtenlikle yanıtladı.

 


Savaş Zafer Şahin Söylesi paylaşan: atilim_universitesi

 

 

Öncelikle bize zaman ayırıp geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Biz sizi tanıyoruz fakat sizi tanımayanlar için Serap Kurbanoğlu kimdir, bize kendinizden bahsedebilir misiniz?

Davet ettiğiniz için ben teşekkür ederim, burada bulunmak çok büyük bir keyif. Ben Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümünde Öğretim Üyesiyim. Son iki yıldır bölüm başkanlığı görevini üstlendim, idari sorumluluğum var. Aynı bölümden mezunum. Doğma büyüme Hacettepeliyim diyebiliriz. Mastırımı aynı bölümde yaptım. Doktoramı Sheffield Üniversitesinde İngiltere’de tamamladım ve bölüme döndüm. O zaman bu zaman bölümde çalışıyorum, değişik görevlerim oldu. Kısacası Serap Kurbanoğlu bir öğretim üyesi.

 

 

 

 

 

Prof Dr. Serap Kurbanoğlu

Hocam bütün dünyada kadınların bugünkü haklarına kavuşabilmeleri için kadınlar biliyorsunuz çok emek harcadılar. Fakat hâlâ gereken önem verilmediğini düşünüyoruz. Teknoloji gün geçtikçe ilerliyor, fakat kadınlar ve onların durumları için aynı şey söz konusu değil diye düşünüyoruz. Sizin dünyada ve Türkiye’de kadınların toplumdaki yeriyle alakalı görüşleriniz nelerdir, öğrenebilir miyiz?

Şimdi kadın hakları diye bir şeyi gündeme getirmek aslında işin ilginç kısmı; çünkü insan hakları dediğimiz şey kadın haklarını kapsamalı, insan haklarıyla ilgili mücadeleler 18. yüzyılda başlıyor. İnsan Hakları Bildirgelerinin yayınlanması ve insan hakları denildiği zaman insan olmaktan doğan haklarımız anlaşılıyor ve orada dil, din, ırk, servet, milliyet ve cinsiyet farkı olmaksızın insan haklarıdır. Ama daha sonra görüyoruz ki insan hakları mücadeleleri aslında kadın haklarını tamamen kapsamıyor, bunun için daha sonraki yüzyıllarda 19. ve 20. yüzyıl kadınların haklarını aradıkları dönemler. Bunun çok çeşitli sebepleri var. Toplumlarda kadın hakları farklı toplumlarda farklı düzeylerde ve farklı sorunlar var. Biraz herhalde tarihsel gelişime dönüp bakmak lazım, özellikle kitabi dinlerde Adem’le Havva’ya kadar uzanan bir bağlantısı var, bunun. Biliyorsunuz Adem topraktan yaratıldı, ama Havva onun kaburga kemiğinden yaratıldı.  Bu bile aslında kadın ve erkeğin pozisyonunu, kadının ikincil konumda olmasını belirleyen bir ortaya çıkış.

Dünyada farklı durum söz konusu, farklı ülkelerde kadın hakları açısından özellikle Batıda ve Kuzey Avrupa ülkelerinde kadın hakları açısından çok mesafe kat edildiğini söylemek lazım. Ülkemizde hala çok büyük sorunlar var, maalesef. Orta Doğu’da ve bazı Doğu ülkelerinde yine çok büyük sorunlar, sıkıntılar olduğunu görüyoruz, herhalde kültürler ve toplumlar bağlamında değerlendirmek lazım.

Türkiye’de bir değerlendirme yaparsak, herhalde yine tarihe bakmak gerekecek. Aslında İslâmiyet öncesi döneme bakarsanız, Türklerde kadın son derece saygın yeri olan, erkekle eşit hatta bazen erkekten daha saygın bir konuma sahip. Şamanizm kadına verdiği değer çok farklı siyasi hayatta, toplum yaşamında kadın erkekle aynı yerde, her zaman aktif yerini alıyor. Hatta tanrıçalar bile en değerli tanrıçalar adı üzerinde tanrıça dişi, özellikle iyilikle güzellik bağdaşanlar hep dişi, kötülükle bağdaşanlar erkek. Aslında kadın lehine durum söz konusu.

Ancak özellikle İslâmiyet’ten sonra farklı bir yapı görüyoruz. Kadının toplumdaki yaşamı aslında herhalde özel alan ve kamusal alan diye ikiye ayırıp bakmak lazım, özel alan evdeki yaşamınız; kamusal alan iş yaşamınız toplumla etkileştiğiniz kısım. Hukuk özel alana çok fazla müdahale edemiyor, biraz sınırlı kaldığı bir nokta, kamusal alanda kadının varlığı son derece önemli. Ama İslâmiyet’le birlikte kadının eve kapandığını, özel alana hapsedildiğini görüyoruz.

Şimdi burada da İslâmiyet’te de çok haksızlık etmemek lazım, aslında yine tarihsel çerçevece İslâmiyet’in doğduğu topraklara bir bakmak gerekiyor. Arabistan’da İslâmiyet ortaya çıktığı zaman kadının durumu çok kötü aslında, İslâmiyet bunu düzenleyen bir yapı getirmiş. Çünkü o dönemde Arabistan’da kız çocuklarını diri diri toprağa gömüyorlardı. Kız çocuk doğuran kadınları cezalandırıyorlar. Kadın miras olarak kocası ölürse akrabalarında kalabiliyor, çok farklı bir konumu var. İslâmiyet’le o topraklarda kadının konumunda ve durumunda belki iyileştirme var.

Türk toplumuna baktığımız zaman bu tam aksi maalesef, kadın erkekle eşit siyasi alanda, siyasi ve toplum yaşamında kendini gösterirken birden bire eve kapatılan kişi durumunda ve tamamen kamusal alandan izole ediliyor. Onu da hem kentsel hem kırsal alanda aslında değerlendirmek lazım, ikisi arasında fark var. Kentsel alanda kadın eve kapanırken, kırsalda hala tarlada çalışıp üretime katkısı var; onun için genellemek çok da doğru değil, belki.

Daha sonra Osmanlı Dönemi bu şekilde kadının izolasyonu, eğitilmemesi, kadın hakları açısından bunların hepsi çok büyük bir sorun. Tanzimat Döneminde birtakım iyileştirmelerin başladığını görüyoruz. Bugüne kadar evde eğitilen, eğitim alan kadından söz ediyoruz, burada her kadının eğitim alma hakkı yok, bu daha varlıklı ailelerde, kentsel yaşamda söz konusu. Kadınlar için tabi okullar açıldığını görüyoruz, yani ev dışında da eğitim almaya başladıklarını, birtakım dernek yapılarının oluştuğunu kadın haklarını savunmak için bir anlamda. Ama asıl iyileşme tüm dünyada da böyle, I. Dünya Savaşıyla birlikte. I. Dünya Savaşı ve Türkiye için akabinde Kurtuluş Savaşı elbette kadının aktif olarak kamusal alanda rol aldığı bir dönem; çünkü erkekler savaş meydanında ve erkeklerden boşalan tüm alanlarda kadınlar çalışıyorlar. Cephe gerisinde erkeklerin besleyen gene destekleyen her şeyi kadınlar yapıyorlar. Fabrikalarda çalışmaya başlıyorlar. Kadının çalışmaya başlaması sosyal yaşamda yerini bulmasında çok önemli bir dönem o dönem.

Arkasından Türkiye’nin en büyük şansı, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk; Atatürk’ün devrimleri ve kadınlara verdiği önem, çok erken yıllarda kadınlara verilen haklar aslında pek çok Batı ülkesinde görmediğimiz bir şey, ama bugün geldiğimiz noktada bu erken yola çıkışımızın avantajlarını çok iyi kullanamadığımızı görüyoruz, bir geriye gidiş var. Şimdi Cumhuriyet kuruluyor, 1924 yılına Tevhidi Tedrisat Kanunu çıkıyor, kadın için eğitimin önünü açan bir şey, çok önemli bir gelişme 1924 senesinde kadın eğitim almak açısından erkekle eşit haklara sahip. Eğitim biliyorsunuz bugünkü problemlerimizin en temel sorunlarından bir tanesi. Ondan sonra yine çok önemli gelişmeler var, Medeni Kanun’un çıkartılması 1926 senesi ve Medeni Kanun’un kadına verdiği haklar aslında kâğıt üzerinde mükemmel ama bugün hala bir kısmının uygulanamadığını görüyoruz; bir kere tek eşlilik son derece önemli İslâmiyet’in getirdiği, şeriatın getirdiği koşullar çok farklı medeni yaşam açısından. Miras haklarının kız çocuklarıyla erkek çocuk arasında eşit olması, boşanma hakkının olması, kadının da mahkemeye gidebilmesi kocasını boşamak açısından bunlar çok değerli haklar. Aynı zamanda bugün uygulamasında sorunlar olmakla birlikte kadına karşı şiddetin cezalandırılması söz konusu, bunun bir suç olduğu Medeni Kanunda geçen bir şey, aynı zamanda kadınların zorla evlendirilemeyeceği bunlar aslında birebir yaşadığımız en önemli sorunlardan iki tanesi.

Daha sonra Kadınının Seçme ve Seçilme Hakkını görüyoruz, Türkiye’de Batı dünyasıyla karşılaştırdığınız zaman aslında çok erken bir gelişmedir. Yanılmıyorsam 1930 yılında yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkını elde eden kadın 1934 senesinde de milletvekili seçme ve seçilme hakkını elde ediyor.  Genel seçimlerde ve ilk onu izleyen 1935 senesi seçimlerinde 18 kadın milletvekilini meclise girdiler. Türkiye tarihinde bu kadar yoğun kadın milletvekili o günden bugüne görmediğimiz bir şey, çok enteresan tarihi gerçekler bunlar.

Türkiye’deki gelişmelerin aslında kadını pozitif ayrımcılık açısından da bazı haklar tanındığını görüyoruz. Özellikle Sosyal Güvenlik Yasaları vs. açısından işte doğum izinleri, özellikle biliyorsunuz babadan maaş alma durumlarında kız çocuklarının ömür boyu maaş alabilmesi ama erkek çocukları reşit olduğu andan itibaren bu maaşın kesilmesi. Pozitif ayrımcılık bile görebiliyoruz, bazı işlerde kadının çalıştırılamaması örneğin madenlerde pozitif ayrımcılık bile var, aslında olumlu pek çok şey var. Ama tahmin ediyorum, bugün geldiğimiz noktada en büyük sıkıntı bunun uygulanabilirliği ve yaygınlığı. Yine toplumun tüm kesimlerine yayılmamış olmasıyla ile ilgili bir problemimiz var.

Kadın hakları söz konusu olduğu zaman iki temel görüşten söz ediliyor; bunlardan bir tanesi evrenselci görüş, bir tanesi kültürcü görüş. Biz kültürcü görüşün sıkıntılarını çekiyoruz. Evrenselci görüş kadın erkek eşittir, bunun tartışılacak hiçbir noktası yok.

Kültürcü görüşün kültürler arasında ve toplumlar arasında farlılık gösterebileceği üzerine, yani kültürel yapının baskınlığını kabul eden bir görüş, şimdi siz kültürel yapıyı kadın erkek eşitliği açısından devreye soktuğunuz zaman çok farklı şeylerle karşılaşıyorsunuz. O zaman işte İslâmiyet’in getirdiği bazı koşulların öne çıktığını görüyorsunuz. Ataerkil yapının getirdiği koşulların kadın aleyhine işlediğini görüyorsunuz.

Bugün geldiğimiz durumda yasalarımız var, aslında hukuk arkasında kadın haklarının gibi görünüyor, buna rağmen özellikle kırsal kesimde ve ülkenin farklı coğrafya ve bölgelerinde kadın haklarının çok ihlal edildiğini görüyoruz.

Bunun başında tabi eğitim, aslında zorunlu eğitim diye bir şey var ülkemizde ama okula gönderilmeyen kız çocuğu çok fazla. Eğitim almayan kız çocuğu zaten tamamıyla ailenin özellikle de aile reisinin egemenliği altında ve şimdi çocuk gelinler konularımız var, biliyorsunuz Türkiye’nin kanayan yarasıdır, çok küçük yaşta evlendiriliyorlar ve baba egemenliğinden koca egemenliğine geçen bir kitle, eğitim de yok ve zaten çok küçük yaşta travmatik evliliklerdir bunlar. Tamamıyla köleleştirme, istediğini yaptırma, sesini duyuramama, kamusal alanda zaten varlığı yok.

Artık çocuk gelin kavramı pedofile olarak değiştiriliyor.

Kesinlikle kesinlikle bence de bu şekilde herkes tarafından algılanmasında fayda var ve buna göz yumanların çok ağır şekilde cezalandırılması lazım. Çünkü normal olarak yasalarda zaten biliyorsunuz mümkün değil, hukuk bunun sınırlarını çizmiş ama buna rağmen yapılıyor. O zaman hükümetlerin bu konuda çok önemli, çok büyük, çok keskin önlemler alması lazım ki yapılamasın, çünkü burada örneğin babaların bu işe izin veren ailelerin zaten resmi nikâh mümkün değil, ama nikâhları kıyan imamların tamamının bir şekilde bence cezalandırılması, ağır bir şekilde cezalandırılması lazım. Ama bugünkü uygulamalara baktığınız zaman yönetimlerin bunun takipçisi olduğunu söylemek zor. Evet, aynı şey eğitim için geçerli, zorunlu eğitim diye bir şey varsa zorunlu eğitimi almayan çocukların mutlaka peşinde koşulması lazım ve ailelerin bir şekilde cezalandırılması lazım. Her şey birbirine bağlı zincirleme gidiyor gibi görünüyor, ama kentlerde bambaşka bir yaşam söz konusu. Yani uçurumlar var, aslında. Eminim pek çok toplumda benzer uçurumlar vardır, ama mesela Türkiye’de bu uçurumlar çok daha büyükmüş gibi geliyor, bana.

İstanbul’da ya da akademik çevrelerde büyük şehirlerde bir yaşam var. Doğu’da kırsal kesimde, köylerde bambaşka bir yaşam söz konusu kadın hakları açısından çok büyük uçurumlar içeren bir ülkede yaşıyoruz. Maalesef bu uçurumun kısa sürede kapanmasını dileyelim, ama çok kısa sürede herhalde bir şey yapmak zor. Bunun üzerine çalışan sivil toplum örgütleri de var, işte başta Uçan Süpürge olmak üzere, KADER olmak üzere. Ama herhalde çok ağır aşama kaydedebiliyorlar, burada hukukun, devletin, devlet güçlerinin bu işin arkasında olması son derece önemli.

Peki, hocam Hacettepe Üniversitesi Bilgi ve Belge Yönetim Bölüm Başkanı bir bayan olarak, bir akademisyen olarak ne gibi sıkıntılar yaşadınız?

Ben kendi adıma hiçbir sıkıntı yaşamadım, ama bunu genellemek doğru olmaz diye düşünüyorum. Ankara’da Türkiye’nin en büyük üniversitelerinden birisinde çalışıyorum. Hacettepe Üniversitesinde hiçbir zaman kadın olmamım sıkıntısını görmedim, hiçbir zaman kadın erkek ayrımı zaten olmadı.

Mesleğim açısından olaya baktığım zaman bazı mesleklerde farklı cinsiyetlerin ağırlıklı olarak öne çıktığını görüyoruz, örneğin ben öğrenciyken Maden Mühendisliğine kız öğrenci alınmazdı. Şimdi gerçi alınıyor ve yine de kız öğrencilerin sayısı düşüktür. Bizim bölüme erkek öğrenci almamak gibi bir şey hiçbir zaman olmadı, ama erkek öğrenciler hep daha az tercih ederler, bazı meslekler daha herhalde kadınlara uygun görülen meslekler; hem öğrenci sayısı açısından hem akademisyen sayısı açısından bizim alanda kadınlar hep daha ağırlıklı.

Ben çalıştığım fakültede aynı şeyi gözlüyorum, kadın akademisyen sayısı daha fazla bu da gösteriyor ki cinsiyete bağlı bir seçim yapılmıyor, ben hiçbir zaman böyle bir sıkıntı açıkçası yaşamadım. Ama bunu tüm Türkiye’ye genellemek ne kadar doğru olur ondan emin değilim tabi.

Peki, hocam uzun yıllardır akademide olan birisi olarak akademide kadının geçmişteki ve günümüzdeki önemi nedir?

Kadının akademideki önemi tabi çok fazla ama burada kadın erkek diye ayırmamak lazım, iyi bir bilim insanının önemi çok fazla akademide kadın olabilir, erkek olabilir; o cinsiyet ayrımını bilimsel açıdan yapmamak lazım. Ama kadının rolü açısından bakarsanız önemli bir değişiklik olmuş daha önce de konuştuk. Tanzimat’a kadar zaten ev dışında eğitim alamayan bir kadın figüründen söz ediyoruz, Türkiye’de. Ondan sonra da eğitim almaya başlasa bile Tevhidi Tedrisat’la birlikte bunun yüksek öğretime uzandığını çok görmüyoruz. İlköğretim tamam, okuma yazmayı öğrenmek tamam ondan sonra enstitülere yönetildiklerini daha çok görüyoruz. Yüksek öğretime devam etmeyen bir kadının akademide boy göstermesi zaten mümkün değil, onun için bu sayıda gerçekten muazzam bir artış oldu, zaman içinde kadın sayısı akademisyenler arasında muazzam arttı.

Şimdi son rakamları bilmiyorum, o konuda zamanla araştırma yapıldı mı onu da bilmiyorum. Ama akademisyenler cinsiyet açısından istatistiksel olarak karşılaştırılsa çok başa baş rakamlar çıkar gibi düşünüyorum. Çünkü akademik başarı açısından baktığınız zaman kız öğrenciler genellikle daha başarılı oluyorlar. Daha başarılı oldukları için de yüksek lisans, doktora yapmak daha yüksek notlar tutturdukları için asistan olarak kalabilmek gibi şansları sanki hep daha yüksek gibi görünüyor, çok büyük bir farklılık var.

Değişimler olumlu.

Kesinlikle.

Peki, hocam akademisyen bir bayan olarak ne kadar akademisyen olursanız olun geleneksel rollerin dışına çıkamıyorsunuz, eş olmak, anne olmak gibi, bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Aslında o konuda da çok büyük gelişmeler olduğunu düşünüyorum, yine belki genellememek lazım. Ben anne değilim, eş değilim. Bunun da akademide yadırganmadığını söylemek lazım, ama anne ve eş olan arkadaşlarımız var. Burada da bir denge kurulduğunu görüyorum. Yine yeni nesillerde giderek bunun doğal algılandığını görüyoruz. Eşlerin de daha paylaşımcı olduğunu görüyoruz, bir akademisyenle evli olan erkek de evdeki işleri paylaşması gerektiğini, eşinin evde de çalışabileceğini, hafta sonları işe gidebileceğini ya da toplantıları vs. olabildiği için örneğin sık sık yurtdışına çıkabileceğini kabul ediyor.

Burada geleneksel dağılımın ötesinde yeteneklere göre bir iş paylaşımının giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Ama yine Türkiye’ye genelememek lazım, örneğin yemek pişirebilen yemek pişiriyor, illa kadının pişirmesi gerekmiyor. Ama hala geleneksel rolünü aynen koruyan ve iş yaşamında ne kadar başarılı olursa olsun ev yaşamında annesinin, büyükannesinin yüklendiği geleneksel rolleri de tamamen tekrar yüklenmesi beklenen çok kadın var. Yani gündüz akademik çalışmaları yapacak eve gidecek yaprak saracak, mantı açacak, börek yapacak, çocuklara bakacak, eşiyle ilgilenecek ondan sonra belki yine geceleri öğleden sonra akademik çalışmalarına devam edecek, bunu da yapan çok sayıda akademisyen var tabi.

Mart ayı önemli bir ay biliyorsunuz, hem 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü hem de Kütüphaneler Haftasını kutladığımız bir ay. Siz de Bölüm Başkanı bir profesör olarak Türkiye’deki kütüphanelerle alakalı neler söyleyebilirsiniz?

Kütüphane Haftası açısından bakınca yine aslında gelişmeler var, ama hala gelişmesi gereken çok şey var, Türkiye’de bunu kabul etmek lazım.

Kütüphaneleri de türlerine göre değerlendirmek fayda olduğunu düşünüyorum, yine genellemelerden kaçınmakta fayda var. Üniversite kütüphaneleri açısından baktığımız zaman kütüphanecilik öyle bir alan ki çok hızlı gelişiyor, ne benim öğrenciliğimde öğrendiğim şeylerle bugünkü kütüphanelerin yaptığı şeylerin ilgisi var ne de belki sizin öğrenciliğiniz çok daha yakın bir tarihten söz ediyoruz, çok hızlı gelişen bir alan ve bizim üniversite kütüphanelerimiz genelde bu gelişime iyi ayak uydurabiliyorlar. Yalnız burada da yeni kurulan üniversiteler, taşradaki üniversiteler, üniversite yönetimlerinin olaya bakış açısını devreye sokmakta fayda var. Çok başarılı üniversite kütüphanelerimiz var, aynı başarıyı yakalayamamış olanlar var. Bunda da bence en büyük etkenlerden bir tanesi yine yapılan yatırım, ayrılan bütçeler ve insan kaynaklarına verilen önem, son zamanlarda işittiğim, benim üzüldüğüm bir şey kütüphane daire başkanları üniversitelerde zannediyorum %50 hatta %50’yi bile geçtiği şimdilerde konuşuluyor, meslekten olmayan insanlar. Siz meslekten olmayan insanları kütüphane daire başkanı yaparsanız, zaten kütüphanenin vizyonu ve kurum açısından pek çok şeyi baltalamış oluyorsunuz, bunlar olumsuz yönde eleştiri.

Diğer kütüphane türlerine baktığımız zaman okul kütüphaneleri her zaman şansız olduğumuz bir alan, çok büyük bir gelişme Türkiye’de görülemedi. Sadece özel okullarda çok iyi kütüphaneler olduğunu görüyoruz ki okulda kütüphane gerçekten çok önemli bir kurum ama devlet okulları söz konusu olduğu zaman yine yönetmeliklerle çerçevesi çizilmiş olmasına rağmen çünkü okul kütüphaneleri yönetmeliği der ki 3.000 kitabı olan kütüphane okula kütüphaneci atanır. Birtakım insanların görevlendirildiğini bazen görüyorsunuz ama kütüphaneci değiller. Kütüphaneci atansa bile gerekli altyapı, kaynaklar sağlanmadığı için çok bir yere varılamadığını görüyoruz.

Halk kütüphaneleri daha karmaşık bir konu, şimdi biliyorsunuz yerel idarelere devri söz konusu, bir kısmı bakanlığa bağlı olarak kalacak biraz belirsiz bir gelecek ve yine halk kütüphanelerimiz hiçbir zaman çok istediğimiz düzeye gelemedi. O konuda da aslında güzel çalışmalar da var, şimdi Bill Gates Vakfının büyük bağışı söz konusu oldu, mutlaka haberiniz olmuştur. Halk kütüphanelerinin iyileştirilmesi üzerine çok sayıda halk kütüphanesine çok büyük bir yatırım yapılacak, onun proje çalışmaları yapılıyor. İnşallah çok daha çağdaş, örnek halk kütüphanelerine kavuşacağız diye düşünmek istiyorum ben.

Günümüzde gelişen teknolojiyle beraber kütüphanecilerin üstlendiği görevler de değişiyor. Basılı kaynakların yanında şimdi teknolojinin gelişmesiyle beraber dijitalleşmeye geçiş süreci başladı, siz ne düşünüyorsunuz bu konuyla ilgili?

Şimdi aslında çok haklısınız, kaynakların elektronik ortamda olması, uzaktan erişilebilmesi ve kütüphane hizmetlerinin elektronik ortama taşınması, bugün elektronik ortamda referans hizmetlerinin verilmesi vs. kütüphaneyi artık insanların gitmek zorunda olduğu bir mekân olmaktan çıkarmaya başladı.

Şimdi zorunluluk ortadan kalkınca o zaman kütüphaneyi cazibe merkezi haline getirme gerekliliği doğuyor. Yani insanlar cazip buldukları için kütüphaneye gelmeliler mecbur oldukları için değil, mecburiyet dönemi geçmişte kaldı. Bugün hepimiz için geçerli, oturduğumuz yerden veri tabanlarını tarayabiliyoruz, elektronik kitaplara erişebiliyoruz, makalelere erişebiliyoruz. O zaman kütüphanelerin buradaki rollerini biraz sorgulamaları gerekiyor. Bir kere kütüphane binalarının cazip yerler olması son derece önemli, biraz evvel konuşuyorduk bu açıdan çok şanslısınız, çok güzel, çok cazip bir binaya sahip üniversiteniz kütüphane binası olarak. İşte kafelerle vs.’lerle insanların bulunmak istedikleri sosyal ortamlar haline getirmek gerekiyor; bir network oluşturabilecekleri, birtakım kültürel faaliyetlerin yapılabildiği ki özellikle Batı dünyasında halk kütüphanelerinin böyle bir role soyunduklarını görüyoruz, artık sadece kitaplar için gelmiyor, sadece kitap için gelmek zorunda değil insanlar kütüphanelere böyle önemli bir değişim yaşıyoruz; biraz daha farklı bir rol.

Bir roldeki değişikliklerden bir tanesi de şimdi eskiden kütüphanecilerin kullanıcıyla kaynaklar arasında bir aracı rolü, bir köprü rolü oynaması gerekiyordu. Bu rol artık biraz ortadan kalktı insanlar kaynaklara doğrudan erişiyor.

Yalnız eğitim önem kazanmaya başladı, işte bilgi okuryazarlığı eğitimi dediğimiz eskiden kullanıcı eğitimi dediğimiz şeyin biraz daha geniş çerçevesi diye yorumlamak belki mümkün. Biraz da böyle eğitim kısmı önem kazanmaya başladı, kütüphaneciler kullanıcıları eğitecekler, bilgi okuryazarlığı becerileriyle donatılmasını sağlayacaklar, kullanıcılar da bire bir kaynakları kullanabilecekler, aradıklarını istedikleri gibi bulabilecekler diye düşünüyorum.

Hocam bizim merak ettiğimiz konulardan biri de şu; Türkiye’deki Bilgi ve  Belge Yönetim bölümleri arasındaki iletişimsizlik mi yani bir uyumsuzluk mu var artık bunu nasıl adlandırırsınız bilemiyorum ama siz ne düşünüyorsunuz her bir okulun kendine göre belirlediği bir eğitim var, belli bir standardı yakalayamadık, maalesef henüz aynı bölümde fakat verilen eğitim şekli farklı bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Şimdi eğitimdeki farkların tabi çok çeşitli sebepleri olabilir, olaya programlar açısından yaklaşırsanız programlardaki farklılıklar çok doğaldır. Bu yurtdışında da böyledir. Hiçbir okulun programı bire bir diğerine benzemez. Ama şunu da kabul etmek lazım, zorunlu birtakım dersler ve konular var. Nitekim farklı isimler altında da olsa bazı temel konuların işte bilim ve organizasyonu gibi, bilgi erişim gibi, medya gibi, eğitim gibi her programın içinde bir şekilde yer aldığını görürsünüz.

Ama onun dışında aslında belki de olması gereken bölümlerin bazı alanlarda uzmanlaşabilmesi, örneğin bir bölümün özellikle iyi arşivci yetiştirebilmesi Marmara Üniversitesi daha çok arşivci yetiştirir. Bu bizim çok güçlü olduğumuz bir alan değil, biz örneğin bir geometride, bir bilgi erişimde teknik konularda çok daha güçlü elemanlar yetiştirebiliyoruz. Belki Ankara Üniversitesi daha farklı konularda daha iyi eleman yetiştirebiliyor, bu da onların öğretim üyesi altyapısıyla daha çok ilgili. Siz kendi altyapınıza göre hep belli konulara daha çok ağırlık verebilirsiniz ve o zaman daha farklı uzmanlıklara sahip mezunlar piyasaya çıkar, piyasa da ihtiyacına göre alabilir. Aslında ben bu çeşitliliği olumsuz bir şey olarak görmüyorum. Ama dediğim gibi altyapı olanakları, öğretim üyelerinin sayısı, öğretim üyelerinin uzmanlık alanları bunların hepsi öğrenci sayınız bunların hepsi belirleyici olsunlar. 

Son olarak hocam Bilgi ve Belge Yönetimi bölümü mezunu arkadaşlarımız bölümden mezun olduktan sonra işe başladığı zaman hayal kırıklığı yaşıyorlar. Yani kendi deyimleriyle hayal kırıklığı yaşıyorlar. Çünkü aldıkları eğitimde örnek olarak söyleyeyim, rafa kitap koyma ya da raf okuma gibi bir şey yok, hani kendi işleri olarak görmüyorlar onları. “Biz bilgi profesyonelleriyiz, biz bu işi yapmayız” olarak görüyorlar ve gerçek hayatla öğrenciyken edindikleri belki de farklı olunca hayal kırıklığı yaşıyorlar doğal olarak. Bunları nasıl önleyebiliriz ya da doğal bir süreç midir?

Aslında evet, bu ilginç bir problem, birkaç sebebi olabilir, bence üstesinden gelinebilecek bir şey, sebebine bağlı olmak koşuluyla tabii.

Bunlardan bir tanesi şu olabilir:  Biz derslerde rafa kitap dizmek diye bir şey öğretmiyoruz, tabi bu derste öğretilecek bir şey değil, zaten işte sınıflama numarasını tanıyan bir öğrenci onların nasıl sıraya konulacağını bilir. Ama derste öğrenmediği ve konu edinmediği için bunun kendi sorumluluğunun içine girmediğini düşünüyor olabilir, sebeplerden bir tanesi bu olabilir. Ama buna rağmen staj yaparken bir kütüphanede bir süre çalıştığı için öğrenci işin içinde raf okumanın da olduğunu görebilmesi lazım, buna örnek verdiğiniz için bunun üzerine konuşuyorum, o zaman benimsemesi lazım. Ama belki de burada da yine stajın şekillendirilmesiyle ilgili birtakım sıkıntılarımız olabilir, bu ikisi üstesinden gelinebilecek şeyler.

Biliyorsunuz, öğrenciler genellikle yaz dönemleri stajlarını yapıyorlar. Şimdiki yapılanmada 1 ay aşağı yukarı o da 25 güne karşılık geliyor. O sırada belki bir şey yapılmamış olabilir ya da o sırada yapılsa bile onun kütüphanecinin yaptığı bir iş gibi değil de işte stajyerlere yaptırılan bir iş gibi düşünmüş olabilirler, böyle bir yaklaşım söz konusu olabilir. Onun için biz örneğin kendi bölümümüzde staj programlarına yaklaşımı bir miktar değiştirdik. Program değişikliğiyle birlikte önümüzdeki seneden itibaren bir dönem boyunca staj yapmalarını sağlayacağız, dördüncü sınıfın ikinci dönemi bir kütüphanede haftada üç gün tam gün çalışacaklar. O zaman belki bunun olumlu yönde değiştiğini görebiliriz. Eğer sıkıntı bu işi iş tanımları içinde görmemelerinden daha önce görmedikleri için örneğin kaynaklanıyorsa ama eğer bunu bilmelerine rağmen kendilerine uygun görmüyorlarsa o daha derin bir problem, bunun üzerinde de çalışmak lazım.

Şimdi öğrencilerin üniversiteye ya da bu bölüme nasıl geldiğiyle de çok ilgisi var ve meslek algılarıyla da çok ilgisi var ve toplum tarafından bu mesleğin nasıl algılandığıyla da çok ilgisi var. Siz de biliyorsunuz, tesadüfen bizim bölüme gelen öğrenci sayısı çok yüksektir. Bilerek gelmez, açıkta kalmamak için işte ya da Hacettepe’ye gelmiş olmak için ki örneklerini konuştuk, çok fazla bölümü tanımadan gelirler. Daha sonra tanıyıp seven çok fazla olur ama tanımadan gelen benimsemeyen öğrenci de çok olur. Bu şekilde bölüme çok tanımadan gelen öğrenci de bölümde gördüğü dersler arasında kendine en yakın gelenler ya da bölümü dışarıda en havalı gösterecek dersleri kendisini daha yakın hisseder. Örneğin GATA’ya gitmek isteyen ya da bilgisayar mühendisi olmak isteyen ama bunu yapamayıp da bizim bölüme gelen öğrenci çoktur. O zaman işin teknik taraflarına sarılır, onları önemser onun dışında yapılan işleri yapmak istemez, bu tür bir şey de mümkün o zaman raf okumak kendisi için çok küçümsediği, küçük gördüğü bir iş gibi algılanıyor olabilir. Ama bunu kırmak lazım kesinlikle. Bu meslek içinde yapılan pek çok iş var, bu işlerden bir tanesi de raf okumak son derece önemli bir şey. Sizin raflarınız eğer düzenli değilse kullanıcılarınızın o kitapları erişmesi mümkün değil. Bunu değiştirmek için belki üzerinde durmakta da fayda var, ama dediğim gibi sebepleri çok çeşitli olabilir.

Hocam bu bahsettiğiniz staj dönemlerinin yaz olarak değil de hafta da üç gün çalışma olarak değiştirilmesi, eğer bu uygulanabilirse bu konuda birçok şeyin değişeceğini düşünüyorum.

İnşallah, bizimde dileğimiz, umutlarımız o yönde. Sizlerin de, uygulamacıların da desteğiyle bu bir dönemlik staj uygulamasıyla çocukların meslek algısında ve iş tanımları konusunda daha gerçekçi, yani uygulama açısından çok daha başarılı ve iyi olacağını düşünüyoruz.

Biz geldiğiniz için çok teşekkür ediyoruz hocam. Küçük bir hediyemiz olacak, bu ajandanın içeriği kütüphanemiz Ankara Kent Arşivi tarafından hazırlanmıştır. İçerisinde Ankara ile ilgili fotoğraflar ve bilgiler göreceksiniz.

Çok teşekkür ederim.

Bunlar tamamen kütüphanenin emeği olarak tasarlandı.

Ben çok teşekkür ediyorum öncelikle davet ettiğiniz için sonra özellikle hediyeniz için çok teşekkürler.

Biz teşekkür ediyoruz hocam.

Sahibi: Prof.Dr. Abdurrahim Özgenoğlu
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A. Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.