33 Yıl:
9 Mart
2014 ISSN:
1306-3472

Ana Sayfa » Yıl 9, Sayı 33 (Mart 2014) » Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Namus, Bellek Ve Kıskançlık Kavramları

MAKALELER

  Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin 
(Atılım Üniversitesi Öğretim Görevlisi)
TOPLUMSAL CİNSİYET ROLLERİ ÇERÇEVESİNDE  

 Selmin Kuş 
                                                                          (Hacettepe Üniversitesi Okutman)

NAMUS, BELLEK VE KISKANÇLIK KAVRAMLARI       Aslı Şimşek 
(Atılım Üniversitesi Öğretim Görevlisi)
  Aytöre Özdemir 
(Atılım Üniversitesi Öğrenci)

                                                                                                           

08.03.2013 tarihinde Atılım Üniversitesinde gerçekleştirilen konferans metnidir. 

Atılım Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezimizin düzenlemiş olduğu panelin konusu “Toplumsal Cinsiyet Rolleri Çerçevesinde Namus, Bellek ve Kıskançlık Kavramları”. 8 Mart 1857 tarihinde New York’ta 40 bin dokuma işçisinin çalışma koşullarının iyileştirilmesi istemiyle greve başladı. Polisin saldırması, işçilerin fabrikaya kilitlenmesi sonrasında da çıkan yangın sonucunda çoğu kadın olmak üzere 129 işçi can verdi.

1910 yılı Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansında kadın işçilerin bu katledilişinin anılması için 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak ilân edildi. 1977 yılında Birleşmiş Milletlerin tanımladığı uluslararası bir gün hâline geldi. Bu tarih zamanla ölen işçileri anlamının ötesinde kadın hakları, kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık gibi konuların daha çok gündeme gelmesini sağlamıştır.

Bugün hukuk ve edebiyat disiplininden de yararlanarak toplumsal cinsiyet bağlamında kadın hakları bakımından son derece önemli olan namus, bellek ve kıskançlık kavramları Atılım Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Lerzan Gültekin başkanlığında tartışmaya açılacaktır. Oturum Başkanı Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Sayın Doç. Dr. Lerzan Gültekin ile konuşmacılar Hacettepe Üniversitesi TÖMER Yabancılar için Türkçe Okutmanı Sayın Selmin Kuş, Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Sayın Aslı Şimşek, Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4. Sınıf Öğrencisi Sayın Aytöre Özdemir’i kürsüye davet ediyorum.

Doç. Dr. Lerzan Gültekin: Bugünkü panelimizin konusu “namus, bellek ve kıskançlık”. Şimdi birazdan konuşmacılarımız bu konuyu iyice irdeleyecekler ama ben oturum başkanı olarak onları takdim etmeden önce izninizle namus ve kıskançlık üzerine birkaç genel giriş anlamında sözcük söylemek istiyorum.

Bilindiği gibi namus Türk toplumunda önem taşıyan bir değerdir ve kadın cinsiyeti üzerinde katı bir denetim kurulmasına hizmet etmektedir. Kadınların namus kurallarına uyması, edepli giyinmekten ve davranmaktan, evlenene dek bekâretini korumaya, çocuk yaşta görücü usulüyle evlendirilmekten, ailesi ya da akrabaları eşliği olmaksızın evden çıkmamaya kadar çeşitlilik gösteren bir dizi kurallar yelpazesine uyması demektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da ise namus kavramı töre adını alarak tüm aile üyelerinin namus kuralına uymasını sağlar. Bu nedenle töre kurallarına uymamak o aile için bir utanç kaynağı, bir leke olarak adlandığı için utanç kültürünün egemen olduğu bu bölgelerde cezası ölümdür. Töre ya da namus yalnızca kadını kontrol altına alıp baskılasa da aslında erkeği de bağlar. Onu öldürtmeye iter, çünkü bu düzenin bekçileri olan erkekler de bu kuralın gereğini yerine getirmek zorunda olduklarından çekinmeden namus temizleme adı altında cinayet işleyebilmektedirler. Dolayısıyla namus kurallarına uymak özellikle aşiret içinde töre adı altında etki alanı daha da genişleyerek kadınların şiddetten kaçmasını zorlaştırmaktadır.

Namus ya da töre cinayetlerinin kadına yönelik diğer şiddet biçimlerini ayıran en önemli unsur bu cinayetlerin tasarlanarak işlenmesidir. Bu cinayetler genellikle başka erkeklerle birlikte olduğuna inanılan bir kadına yönelik olarak verilen ceza şeklinde yansıtılsa da aslında bu cinayetlerin işlenme biçimi, tasarlanışı ve genellikle kandırılması daha kolay olan ve yaşı daha genç olduğu için az bir ceza alacağı düşünülen genç erkeklere işlettirilmesi bu eylemlerin tümünün esasen ataerkil imtiyazlar düzenini sürdürmek amacıyla kadınlara korku salarak sürdürmek maksadıyla yapıldığını ortaya koymaktadır. O kadar ki utanç olarak kabul verilen bu davranışın kanıtlanmasının bir önemi de yoktur. Ufak bir söylenti bile ailenin sosyal konumuna meydan okuması demek olduğu için bir utanç kaynağıdır ve ancak cinayetle temizlenebilir.

Özetle söyleyecek olursak bilinçleri ve bellekleri namus kavramı ile biçimlendirilen bu erkekler kolayca kıskançlık bahanesiyle kadınların üzerinde baskıyı veya kontrolü hatta şiddeti arttırmaktadır. Yapılan araştırmalar kıskançlığında önemli bir şiddet uygulama nedeni olduğunu göstermiştir. Bir başka deyişle suçun işlenmesiyle toplumsal, kültürel etkenlerde rol oynamaktadır.

Selmin Kuş, 1984 yılında Balıkesir Gönen’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türkçe Öğretmenliğini bitirdi. Ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Yüksek Lisans Programından Edebiyat ve Müze, Bir Roman ve Müze olarak Masumiyet Müzesi başlıklı teziyle mezun oldu. Bir süre Türkçe Öğretmenliği yaptı. Diksiyon ve Beden Dili dersleri verdi. Çeşitli uluslararası sempozyumlara katıldı. 2011 yılında İstanbul Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatındaki eğitimini yarım bırakarak Ankara’ya yerleşti. Hâlen Hacettepe Üniversitesi Yabancılara Türkçe Biriminde Türkçe dersleri vermekte ve aynı üniversitede doktora derslerine devam etmektedir. Kendisinin bir hayli uluslararası ve ulusal bilimsel toplantılarda sunulmuş bildirileri var. Birkaç tanesini hemen söyleyeyim, Anayurt Otelinde Bir Yalnız: Zedercet bu basım aşamasındaymış. Uluslararası bir bilim kategorisi olarak Kadın Sempozyumunda Edebiyat Dil, Kültür, Sanat ve Peyzaj, Tasarım çalışmaları, Kadın Sempozyumunda Murathan Mungan’ın Hayat Hanım tarih öyküsünün temyiz biçem bilimsel yaklaşımla incelenmesi, yine bir başka Kadınların İstanbul’u, İki İngiliz Kadının gözünden İstanbul’un Kadınları türünde yazıları vardır. Kendisi bellek üzerine konuşacak.

Selmin Kuş: Toplumsal cinsiyet rollerine farklı açılardan baktığımız bugün benim payıma düşen de “bellek” oldu. İnsanlık tarihi bir kadını delicesine seven hatta bazen öldüresiye seven erkeklerle ve onların hikâyeleriyle doludur. Erkeğin sevgisinde baskın olan erktir, elde etme, sahip olma daha ön plandadır. Kadınlar için dövüşürler, savaşlar yaparlar, yaylalara girerler amaç onu elde etmektir. Çoğu zaman kadınını onu sevip sevmediği önemli bile değildir. Tarihteki ünlü Truva Savaşı’nda bir kadın için çıkmıştır bunu hepimiz biliyoruz. Ancak ben bugün erkeklerin yaptığı savaşlardan, yağmalardan, talanlardan ve cinayetlerden bahsetmek yerine biraz daha onlara haksızlık etmemeyi, sadece nedir onların kadınlar uğruna yaptığı yazıtlardan, belleksiz ve dilsiz yazıtlardan bahsetmek istiyorum.

Bunlardan bir tanesi de “Masumiyet Müzesi” ve bir diğeri de Babür İmparatoru Şah Cihan’ın eşi için yaptırdığı “Tac Mahal” çok eşsiz bir eser, yine bunun edebiyat dünyasındaki yansıması gibi algılanabilecek olan bizim edebiyatımızda Abdülhak Hamit’in “Makber” şiiri Tac Mahal’in edebî kültürdeki yansıması gibidir. Bunun dışında edebiyat dünyasında, sanat dünyasında, mimaride çok vardır, ama edebiyatta bu kadınların erkekler tarafından dize getirilen kadınların sayısını tahmin etmek bile çok güçtür. Dağları delen Ferhat, çölleri geçen Mecnun’la başlayabiliriz muhteşem bu erkek karakterlere.

Bunlardan bir tanesi de İstanbul’da sevdiği kadın uğruna bir müze kuran Kemal’dir, Orhan Pamuk’un Kemal karakteri ve yine diğer kadınlara farklı bir açıdan bakıp bunları yeniden düşünmemiz gerektiğini düşünüyorum. Nazım’ın Piraye’si Vera’sı Kafka’nın Milana’sı Aragon’un Elsa’sı olmasaydı, onlar bize bu kadınları anlatmasalardı, dünya edebiyatı gerçekten eksik kalırdı diye düşünüyorum. Bu kadınlarla ilgili bize şairler, yazarlar anlatsalar biz bu kadınları ne kadar tanıyoruz, sadece erkek yazarların bize anlattığı kadarıyla. Gerçekten ölümüyle kocasına Abdülhak Hamit’e “Makber” şiirini yazdıran Fatma Hanım ayrıca bunları eşine karşı besliyor muydu ya da Şah Cihan’ın eşi Mümtaz Hanım Şah Cihan’ı onun kadar seviyor muydu? Erkeklerin sevgisinde şiddet olmasa bile bir güç gösterisi olduğunu görüyorum, o eşsiz yapıtlar, o enfes şiirler, romanlar bunda bile bir benim, ben güçlüyüm, seni bu kadar seviyorumu görüyorum ve Masumiyet Müzesi de bunlardan bir tanesi.

Basında yansıdığı şekliyle herkes şöyle biliyor, Masumiyet Müzesini. Aşkından müze yaratan adamın müzesi ya da aşkından müze yaratan ve bir kitap yazan adamın romanı çünkü okumayanlara çok kısa özetlemek istiyorum: Nişantaşılı 30 yaşındaki zengin Kemal, 18 yaşındaki yoksul güzel ve uzak bir akrabasına aşık olur. Genç kız yani Füsun masumca duygularla Kemal’e âşık olur. Oysa Kemal o sıralarda sadece gönül eğlendirme derdindedir. Zengin ve kültürlü kendi sınıfından bir kızla nişanlanmak üzeredir ve nişanlanır. Füsun duygularıyla oynandığını düşünerek Kemal’den uzaklaşır, bir süre. İzini kaybettirir 2 yıl kadar Kemal onu kaybettikten sonra onu aslında gerçekten sevdiğini fark eder ve onu arar. Bulduğunda Füsun evlidir. Yani evlendirilmiştir. Bekâretini Kemal’e verdiği için ailesi tarafından bu ayıbın ört pas edilmesi için mahalleden iyi bir gençle evlendirilmiştir. Bunu gören Kemal tabi ki çok üzülür. Ancak uzak bir akraba olarak yıllarca Füsun’un evine gidip gelmeye devam eder. Bu gidiş gelişlerde ulaşamadığı sevgisini nesneler üzerinden tatmin etmeye çalışır ve her gidiş gelişlerinde ufacık bir nesneyi yanında götürür. 8 yıl süren bu süreç sonunda hatırı sayılır bir koleksiyona sahip olur Kemal ve 8 yılın sonunda Füsun eşinden boşanır. Birlikte evlenmeye karar verirler ve evlilik hazırlıkları için Paris’e doğru yola çıkarlar. Yolculuğun ilk durağında kaldıkları otelde bir şeyler ters gidiyordur. Bu kadar yılın öfkesi, kini Füsun’da birikmiştir, ancak Kemal bunu fark etmez. O gün Füsun bir trafik kazasında ölür, yani kendini ölüme götürür, ölümü tercih eder. Onun arkasından acısını ve hatalarını telafi etmek isteyen Kemal bu nesnelerle bir müze kurar. İstanbul’daki Masumiyet Müzesi bu aşkın müzesidir, mekânıdır. Aslında burada bir bellek mekânıdır müze, bütün müzeler elbette bellek mekânıdır ama yine Kemal’in erkeğin aşkını beynin ölümüyle birlikte bütün belleğimizde ölür, çok geçicidir bellek. Bunu yaşatmak için benim aşkım böyleydi demek için bir bellek mekânı kurar, o belleği bir mekâna ve kitaba hapseder. Ben bu çalışmamda bellekten daha uzun uzun bahsetmiştim, toplumsal bellek, otobiyografik bellek, biyografik bellek olarak. Bugün sadece otobiyografik bellek yani Kemal’in belleğinden bahsedeceğim. Suáruz-Araúz Amnezi Manifestosunda “Anımsayamayız işte bu yüzden yaratırız” der. Evet, yıllarca en başından beri insanlar anımsayamadıkları için belleğindekileri belleğin unutuşuna ve ölümüne direnmek için bir şeyleri kaydetmişlerdir. Sanat eserleri böylece belleğe karşı direnmek için oluşturulmuştur. Masumiyet Müzesi de bu belleğin unutuşuna karşı iki koldan direnen bir çalışmadır hem bir mekânla hem de bir kitapla.

Otobiyografik bellekle insanın en mahrem anılarının, en kişisel deneyimlerin has olduğu bir alandır, bir bölümdür. Yaşadığın ilk ev neresi, ilk sevgilin, ilk öğretmenin gibi en özel ve eski sorularımıza cevap veren bölüm yine orasıdır ve anıların hep karanlık tarafıyla ilgilenir. Çünkü kimseye anlatmadığınız acılar, pişmanlıklar, suçluluklar hep bu bölümde hapsolmuştur. Kemal’in belleği de işte bu otobiyografik belleğin dökümüdür, Masumiyet Müzesi Romanı. Füsun’un ölümünden sonra kendini affedebilmek, affettirebilmek, telafi edebilmek adına böyle bir roman yazdırır, içinde ne varsa en karanlık duygularını yaptıdığı acımasızlıklarını dökmeye çalışır. Bir çeşit günah çıkarma işlemine girişir. Ama bir kitap boyunca anlatılan adına müze kurulan kitap yazılan kadının sesini o kadar az duyarız ki Füsun’un belleğinden bahsetmek mümkün değildir. O yüzden ben Füsun’un belleksizliği demeyi tercih ettim, hatta Füsun’un belleksizleştirilmesi.

Masumiyet Müzesinin belleksiz güzeli Füsun, Füsun romanın başkahramanlarından biri olmasına karşın kendi sesini neredeyse hiç duymadığımız, hep başka ağızlardan dinlediğimiz, romanın başkahramanı Kemal’in âşık olduğu, büyük bir tutkuyla, saplantıyla sevdiği, uğruna bir roman yazılıp birde müze kurulan genç ve güzel bir kadındır. Okur onu âşığın gözüyle görür, onun ağzından dinler. Sürekli bir başkası tarafından anlatılan, bahsedilen bu kadın belleksiz yaratılmıştır. O kadar büyüleyici bir güzelliktedir ki isminin Füsun olması hiç tesadüf değildir, büyülü bir portre çizilmiştir bize. Çoğu okur Füsun’un bu derece sessiz ve belleksiz kaldığını fark etmez bile, romanın büyüsüne kendi güzelliğinin büyüsüne kapılıp. Bu kadar güzel bir kadın ancak satır aralarını takip edildiğinde kararlılıkları, ne istediğini bilen davranışlarını bulabiliriz. Bu davranışlardan birkaç tanesini sıralamak istiyorum, öncelikle daha romanın ilk sayfalarında gerçekleşen Füsun’un Kemal’e bekâretini verme sahnesi. Bu sahnede ve roman boyunca Kemal ilişkilerinde hep öpüştük, seviştik, gezdik, dolaştık diye biz üzerinden konuşurken bu sahnede üçüncü tekil şahısı kullanır. Yani Füsun üzerinden konuşur. Füsun Merhamet Apartmanına geldi ve hayatında ilk defa sonuna kadar giderek benimle sevişti. Gelen bunu isteyen ve sevişen Füsun’dur. Diğer bir kararlı davranışı ise evli olduğu dönemde kocasına, babasına ve Kemal’e rağmen ısrarla artist olmak istemektedir ve hatta lise son sınıfta güzellik yarışmasına girmiş ama kazanamamıştır. Bütün hayatına giren erkekler tamam seni artist yapacağım diye oyalamışlardır. Ama hiçbir zaman bu gerçekleşmemiştir. Ama o ısrarla yıllarca bunu anlatmıştır hepsine ama erkekler onu sadece güzelliğiyle, düşündükleri için onun bir şeyler isteyebileceğini akıllarına bile getirmemişler, onu ciddiye almamışlardır. Bir yerde en belirgin kararlılığı ise kendi ölümünü seçmesidir. Okur Füsun’u ölümden sonra daha iyi tanımaya, yorumlamaya başlar. Füsun kendi ölümünü seçen aslında hep özgür olmayı istemiş bir kadındır artık okurun gözünde. Zaten roman boyunca eve hapis yaşadığı günlerde kuş resimleri çizer bu özgürlüğü anlatmak için. Füsun’un kendi ölümünü seçeceğini ve bir trafik kazasıyla öleceğinin işaretleri de roman boyunca verilir. Füsun’un kendisini hep Grace Kelly’le özleştirmesi, onun oyunculuğundan güzelliğine hayran olması ve onun gibi bir artist olmak istemesi sık sık vurgulanır ve bir trafik kazası sonucu ölmesine çok üzülür. Füsun’un ölümüne dair diğer bir ipucu da romanda Belkıs’ın hikâyesi adlı bölümde verilir. Belkıs, aynı Füsun gibi daha alt tabakadan gelen ama çok güzel bir kadındır. Ancak sevdiği zengin erkek onu terk edince gönül eğlencelerine başvurur ve bütün zengin erkeklerin birlikte olmak isteyip evlenmeye yanaşmadığı bir kadındır ve o da Füsun’un gözleri önünde Nişantaşı’nda bir trafik kazasında ölür, Füsun bundan da çok etkilenir. Ardından Füsun’un ölümünden sonra Kemal’in girdiği müzelerden bir tanesinde Amerikan Popüler Kültür Müzesinde Jane Redfield’ın sıkışarak öldüğü arabayı görür ve hemen aklına bu fikir gelir.

Füsun’da artist olmak istiyordu ve en az onun kadar güzeldi. Artist olamadı ama onun gibi bir sonla öldü ve onun da arabası sergilenmeyi hak ediyor diye düşünür bu da üçüncü ipucudur. Aslında yazar Orhan Pamuk roman boyunca, bize en başından beri onu bir trafik kazasında öldüreceğinin işaretleri vermiştir. En sonunda da en başından beri yiğit olmak üzere tasarlanmış bir kadındır. O yüzden zaten bu kadar nesnelerle çevrili bir romanda Füsun belleğinin olmaması çok şaşırtıcı değildir, aslında. Çünkü Füsun da o nesneler arasında güzel bir biblo gibi kalmıştır, giderek nesneleşmiştir.

“Tik tak: Zamana Kaçamak Bir Bakış” adlı kitabın yazarı Jay Griffiths başka bir mit kadın Lady Diana’nın ölümünün üzerine söylediği bir sözü Füsun’a çok uygun buldum ve onu vurgulamak istiyorum. “Tüm mit ve masal kişileri gibi o da kendi anlamını kendi seçmedi. Kendi zamanındaki sessizlikti o. başkalarının sesleri ona anlamalar aksetti. O külkedisiydi, güzelleşen sade küçük kız kardeş.” Evet, Füsun en başından beri hep mit olarak tasarlanmıştı. Neden belleksiz diye soramıyoruz, zaten Orhan Pamuk’un bütün romanlarına baktığımızda kadın karakterler zaten çok azdır ve böyle nesnelerle çevrelediği romanda az olması beklenen bir durumdur aslında.

Füsun’un ölüm anının o günün sabahının ayrıntılı dökümü sadece kendi aşkıyla meşgul olan Kemal’i ve hiçbir zaman anlaşılmayan ve ama hep kendini anlatmak isteyen Füsun’u özellikle Füsun’u anlamak için çok önemlidir. Bu son gün Füsun ölmeden önceki o sabahki konuşmalarının cümlelerine odaklandım ve aslında orada nasıl farklı pencerelerden baktığını gördüm. Sadece o günkü konuşmaların cümlelerine odaklanmak bile bize gerçekten erkekler Mars’tan kadınlardan Venüs’ten dedirtecek cinsten. Bu da Füsun’un aslında olayların başlangıç nesnesi diyebilirim.

Kitabın ilk sayfasında Füsun’un kulağından kopan küpe müzeden çektiğim bir fotoğraf. Bu küpenin teki müzede sergileniyor. O an Kemal Füsun’un büyüsüyle bu küpeyi fark etmiyor. Yıllar sonra buluyor Füsun’a getiriyor ve ölmeden önceki gece, nişanlandıkları gece Füsun tekrar kulağına takıyor ve Kemal yine fark etmiyor. Ertesi sabah yılların biriktirdiği öfkeyle Füsun tekrar fark etmesini istiyor. Fark etmediğinde Füsun’un son cümleleri oluyor biraz sonra onları söyleyeceğim. Kemal o geceki sevişmelerinden, tatlı tatlı didişmelerinden, sarhoş olmalarına o kadar memnundur ki Füsun’un kızgınlığının asla farkında değildir. Diyaloga dikkat ederseniz, “Günaydın güzelim, canım, ne kadar güzel giyindin, şu harikulade dünyaya bakar mısın, hadi canım, öfkeli güzelim, sarhoş güzelim.” Sarhoşken ve öfkeliyken bile güzeldir Füsun, başka türlü görmez çünkü Füsun’un ne dediğini duymaz. Ama bir diğer taraftan Füsun’a baktığımızda “Küçük Hanım değilim artık ben” der Kemal ona küçük hanım dediğinde. Ben film yıldızı olmak istiyorum Kemal. Hiçbir zaman film yıldızı yapmayacağını biliyorsun dedi. Gerçekten yıllarca istedim Kemal diye çırpınan bir kız vardır. Öyle mi güzelim, tamam diyen karşılık veren bir adam vardır karşısında da. Kandırdın beni, en kıymetli hazinemi aldın der ve bunu 10 yıl sonra söyler sevişmelerinden. Çünkü ancak fırsat bulabilmiştir, Kemal onu hiçbir zaman dinlememiştir. Her zaman güzelliğini anlatan iltifatlara boğmuştur ve kilit cümlelerden bir tanesi seni öldürmek isterdim aslında. Burada Kemal’e karşı öfkesini ve hıncını görüyor, en sonunda kendini öldürmekle bunu gerçekleştiriyor. Sen hiç anlamıyorsun. En son cümle de “Senin yüzünden hayatımı yaşayamadım, Kemal. Gerçekten artist olmak istiyordum, ben.” Bu cümleden sonra bunu arabada giderken söylüyor Fusün ve tamam güzelim olursun, hadi gel gidelim diye Füsun’u ikna etmeye çalışıyor. Ondan sonra Füsun’la şu çarpıcı diyalog geçiyor aralarında. Sen hiç anlamıyorsun. Senin yüzünden hayatımı yaşayamadım, Kemal. Gerçekten artist olmak istiyordum, ben. Özür dilerim diyor Kemal ama ne için özür dilediğinin de çok bilincinde olduğunu yansıtmıyor okura. Küpemi bile fark etmedin. Hangi küpeni? Çoktan unuttu, Kemal. Kulağımda bunlar Füsun’un son sözleri oluyor. Karşısında gördüğü çınar ağacına hızla hırsla ve kararlılıkla çarparak başka dünyaya yolculuğa çıkıyor.

Belki bu diyalog Füsun ile Kemal’in artık his ve düşüncelerini yansıttığından çok önemli, Füsun’un Kemal’e konuşmalarından aslında onun kendi hayatına dair istekleri, gerçekleştirmek istediği hayalleri olduğunun ancak Kemal’in bunları hiçbir zaman anlamadığını o an bile acıyla fark ederim, Füsun tüm kendini anlatma çabalarına karşın sadece âşık olunan, sevilen ama kavuşulamayan nesneleştirilip, hitleştirilen güzel bir kadındır. Kazadan yıllar sonra hastane raporlarını inceleyen Kemal için güzeller güzeli Füsun’un bu kez de güzeller güzeli bir ölüdür. Şimdi bu okuyacağım paragrafta bir ölüden bahsediyoruz. Kemal onun raporunu inceliyor ve ölüsü üzerine konuşurken seçtiği kelimeler yine çok dikkat çekici bence, burada sergilediğim kazadan sonra rapora göre kafa kemikleri çökmüş, harikalarına hep şaştığım beyninin zarı yırtılmış, ağır bir boyun travması geçirmişti. Harikalarına hep şaştığım beyni diyor ama kitapta bundan hiç bahsetmiyor, okura hiç yansıtmıyor bu harikalardan. “Göğüs kemiklerdeki kırıklardan ve alnındaki cam kesiklerinden başka güzel vücudunda, hüzünlü gözlerinde, harika dudaklarında, pembe büyük dilinde, kadife yanaklarında, sağlıklı omuzlarında, boynunun, göğsünün, ensesinin, karnının, ipek teninde, uzun bacaklarında, her görüşümde bir an beni gülümseten ayaklarında, uzun incecik bal rengi kollarında, ipek teninin üzerindeki benlerde ve kulağındaki küçük tüylerde, kalçalarının yuvarlaklığında ve her zaman yanında olmak istediğim ruhunda hiçbir hasar yoktu” Hâlâ o görmek istediği gibi görüyor hiçbir hasar yoktu. Füsun güzel sapasağlam bir ölüydü.

Pamuk’un romanlarında kadınların erkek karakterlere göre daha uzak ve silik oluşu alışık olunan bir durumdur. Üstelik Masumiyet Müzesi nesnelerle çevrili bir romanda bunun da bilinçli bir tercih olduğunu fark ederiz. Füsun okurun gözünde Kemal’in kendisine ait ve kendisini hatırlatan çalıp biriktirilen nesneler arasında giderek nesneleşir, ütopik bir sevgiliye dönüşür. Kemal için Füsun gelecekle ilgili hayalleri, söyleyecek kendine ait sözleri, kararları olabilecek bir kadından çok sigara izmaritlerinde ruj izleri, çarşaflarda koku, beraber geçirilen sokaklarda bir süliet, yemek yenilen restoranlardan bir anıdır. Zaten müzede bize onları gösterir. Hep onu eşyalar üzerinden anlatır, hiçbir fotoğrafı yoktur; çünkü kıskanıyordur sevgilisini.

Görüldüğü üzere Füsun’un kendi ağzından ifade edilen bir belleğinden bahsetmek mümkün değildir. Masumiyet Müzesi romanı Kemal’in otobiyografik belleğinin dökümü olarak tanımlarken, Füsun’un belleği için otobiyografik diyemeyiz. Çünkü kendisi anlatmaz, konuşturulmaz. Bu yüzden biyografik başka tarafından aktarılan bellek demeyi tercih ediyorum, Füsun’a.

Şimdi de Kemal’in erkin ve erkeğin belleği, Mithat Sancar Geçmişle Hatırlama adlı kitabında hatırlama geçmişle hesaplaşmanın ön şartıdır der. Kemal de tam kavuştuğu anda kaybettiği sevgilisi ve hayat boyunca onu elde edemeyişini, yaptığı hatalarla yüzleşerek hesaplaşmak için bir anımsama sürecine girer. Füsun’la gittiği yerleri, beraber aldıkları eşyaları anımsar, tek tek bunlar üzerinden bir nesne üzerinden bir anıya uzanır ve onu yeniden belleğinde yaşatmaya çalışır. Ama biliyordur ki bellek ölümlüdür. Onun vefatıyla son bulacak ve yine bu son derece erkeksi duygularıyla zengin de bir erkek bu belleğindekileri aktarmak adına bir ev satın alır, Füsunların evidir bu. O evi müzeye dönüştürür ve romanın içinde kurmaca bir Orhan Pamuk yaratır, gider Orhan Pamuk’a aşkını anlatır. Lütfen benim romanımı yaz der ve böylece bir roman yazdırır. Ancak bellek hiçbir zaman yaşandığı gibi anlatılmaz, anlatılırken kendimizi bile anlatıyor olsak bir yeniden icat etme, yeniden yapılandırma sürecidir. Masumiyet Müzesi romanı da Kemal’in belleğindekilerin yeniden aktarılması, başkalaşarak bize yansıtılması sonucu oluşmuş bir romandır. Kaldı ki bunları Kemal kurmaca yazar Orhan Pamuk’a anlatıyor ve en tepede de gerçek yazar Orhan Pamuk kurguluyor bunları. Aktarılan aktarım içinde aktarım olan kurgulanmış bir roman.

Bu bana şunu anımsatıyor, Borges bir öyküsü için şöyle diyor:  “Bu öyküyü o kadar çok anlattın ki öykünün kendisini mi anımsıyorum yoksa anlattığın sözcükleri mi bilemiyorum.” En başta dediğim gibi Fatma Hanım ne kadar Hamit’i seviyordu ya da Mümtaz Mahal Şah Cihan’ı onun kadar âşık mıydı? Füsun’da Kemal’e gerçekten âşık mıydı bunu hiçbir zaman bilemiyoruz. O kadar çok aktarılmış ki Kemal’in anımsama süreci doğru mu, doğru şeyleri mi anımsıyor bize doğru mu anlatıyor, belleğin en çelişkili durumu da sanırım bu, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Kemal suçluluk ve pişmanlıktan kurtulma, kendini anlatma, temize çıkarma, Füsun’a yaşarken veremediğine inandığı değeri verme, geçmişin ağırlığından kurtulma çabasıyla anlatır belleğinde ne varsa. Gider kurmaca yazar Orhan Pamuk’u bulur ve bir kitap yazmasını ister. Böylece biraz da olsun hafifleyecektir. Tarihe iz bırakacaktır. Belleğin unutuluşuna karşın direnecektir. Geçmişle hesaplaşacaktır. Aslında en önemlisi günah çıkaracaktır. Yıllar sonra da olsa Kemal’in ağzından şu cümleleri duymak güzeldir. “Benim dünyamda yaşayan ve benim durumuma düşen Türk erkeklerinin çoğu gibi bende ilk âşık olduğum kadınla aklından neler geçtiğini, onun hayallerinin ne olduğunu anlamak yerine onun hakkında hayaller kuruyorum yalnızca.” Ancak bunu Füsun’u kaybettikten sonra anlar. Ancak Kemal’in yaptığı gerçek bir geçmişle hesaplaşma olduğu tartışılır. Kemal’in yaptığı daha çok bir çeşit günah çıkarma ve bedel ödemedir. Ancak gerçek bir geçmişle hesaplaşma, olaylara mağdurun gözünden bakmakla mümkündür, Kemal’in bunu çok başarabildiği söylenemez.

Sonuç olarak Masumiyet Müzesi bir günah çıkarma kitabıdır. Masumiyet Müzesi romanı evet bir bellek dökümüdür, ancak bir erkeğin bellek dökümüdür. Bu döküm geçmişle hesaplaşmaktan çok günah çıkarmak için yapılmıştır. Masumiyet Müzesi elbirliğiyle Kemal ve yazar Orhan Pamuk tarafından belleksizleştirilen bir kadındır ve bu kadından kendi yöntemleriyle dilinin üzerine roman kurarak, güç göstererek af dilemektedir.

Doç. Dr. A. Lerzan Gültekin: Aslı Şimşek, 1985 yılında Ankara doğmuş, 2003 yılında Çanakkale Milli Piyango Anadolu Lisesinden mezun olmuştur. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinden mezun olduktan sonra 2008 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalında Yüksek Lisans Programına girmiştir. 2009 yılında Atılım Üniversitesi Hukuk Fakültesinde Araştırma Görevlisi olarak çalışmaya başlamıştır. 2012 yılında öğretim görevlisi olmuştur. Çeşitli dergilerde makaleleri yayımlanmış ve çeşitli akademik toplantılarda bildiriler sunmuştur. Hâlen Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Genel Kamu Hukuku alanında doktora programına devam etmektedir ve bu alanda çalışmalarını sürdürmektedir. Mesela basılmış makalelerinden ve kitaplara katkılarından Türk Modernleşmesinde Siyasi Partinin Ortaya Çıkışı ve Gelişimi, Basın ve Basın Özgürlüğünün Türkiye’deki Modernleşmesindeki Etken, Hukuka Sanattan Bakmak Edebiyat Hukuk İlişkisi vs. Aslı Şimşek’le sizi baş başa bırakıyorum.

Aslı Şimşek: Namus nedir? Üniversitede yaptığımız çalışmada öğrencilerimize “Namus nedir?” diye sorduk. Bununla ilgili kısa bir videomuz var onu izletmek istiyorum. Şimdi genel olarak bu kavram hakkında hukukçularla yaptığımız röportajı gördünüz, kafalarımız karışık. Tam olarak tanımlayamıyoruz, iyi bir şey olmadığını genel olarak düşünüyoruz ama ne olduğu konusunda etrafında gezinen cevaplar var. Peki, ben size sorsam “Namus nedir?” diye. Namus insanın her şeyidir, muhafaza ettiği bir alan, kurallar. Peki, arkadaşlar genel olarak hala bir kısmımızda karışıklık olduğunu görüyorum. O zaman namus kavramından kısaca bahsedelim...

Ben öncelikle namus kavramını Asılacak Kadın eseri üzerinden açıklamaya çalışacağım. Asılacak Kadın Pınar Kür’ün romanı. Kısaca romandan da bahsedeceğim. Önce feminist düşüncede kadınların hane içinde yaşadıkları şiddet ve sömürü kişisel bir sorun olmaktan çıkarılır, bunda hem fikirdir feminist düşünce ve bu hane içindeki ilişkileri özel alandan çıkardığı için mahrem olmaktan, yani mahremiyet alanından da çıkarır ve bunları politize eder, özel alan politiktir.

Genelde namus kavramıyla ilişkilendirdiğimiz kadın erkek ilişkileri de daha ziyade bizim mahrem alan içinde tanımladığımız ilişkilerdir. İşte ben bunları deşifre etmeye çalışacağım. Kısaca romandan da hemen girişte bahsetmek istiyorum. Pınar Kür’ün Asılacak Kadın adlı romanında bir Melek karakteri var. Melek fakir bir ailede, taşrada ailesiyle beraber yaşıyor, üvey babası ve annesiyle birlikte. Ev işlerinde kardeşlerini ve kendisi kullanıyor ailesi ve babasından sürekli dayak yiyor, şiddet görüyor. Çaresiz bir durum içinde eğitim almasına izin verilmiyor ve daha sonra büyük şehre büyük bir konağa, konaktaki yaşlı bir kadın ve gene yaşlı bir oğlu var kendisinin. Onlara bakmak, ev işlerini görmek üzere hizmetçi olarak para karşılığında ailesi tarafından büyük bir konağa gönderiliyor. Konakta ölene kadar o yaşlı kadınla ilgileniyor. Yaşlı kadın öldükten sonra konakta oğlu olan gene yaşlı adamla beraber yaşamak zorunda kalıyor. Bu yaşlı adam Hüsrev Bey karakteri, Hüsrev Bey gençliğinde Fransız bir kadına âşık olmuş, bunu saplantılı bir derecede bağı var bu kadınla arasında ve kendisi sapık, cinsiyetçi bir kişiliğe sahip ve Melek’in cehaletinden de faydalanarak Melek’e sürekli şiddet ve ona baskı uygulayarak o Fransız kadının kıyafetlerini giydirip, Fransızca konuşmaya zorlayıp işte Fransızca birtakım kelimeler ona öğretir. Sonra bu Fransız kelimelerden rahatsız olup, tahrik olup onu döven ve kendisi Melek’e cinsel tacizde bulunan fakat bununla da yetinmeyip başka erkeklere o çevrede oturan, o mahallede oturan başka erkeklere verip Melek’le cinsel ilişkiye girmesine zorlayan ve bundan bir zevk alan bir karakter. Yani Melek defalarca ve defalarca kocasının zorlamasıyla Hüsrev Bey’in zorlamasıyla tecavüze uğramış bir karakter ve kendini tamamen çaresiz hissediyor, bu konuda. Tecavüzcülerden biri de Yalçın diğer bir karakterimiz. Yalçın Melek’e diğerlerinden farkı âşık olduğunu ilân ediyor ve âşık olduğu içinde Melek’e yapılan bu muamelelere daha fazla katlanamayıp en sonunda Hüsrev Bey’i öldürüyor. İşin garip tarafı yargılama sırasında Melek ve Yalçın beraber öldürdükleri iddiasıyla yargılanıyorlar. Bu trajedinin bizim için önemli bir karakter Faik İrfan Elverir mahkemenin hâkimi Ceza Mahkemesi Reisi. Faik İrfan Elverir’e değinecek olursak, Sayın Elverir oldukça cinsiyetçi bir hâkim onunda yoksulları ve kadınlara karşı büyük bir önyargısı var, oldukça cinsiyetçi, onun ifadeleriyle hareketle bir tahlil yapacağız zaten. Melek’in sırf mahkemede sanık sıfatıyla yer alan bir kadın olmasından dolayı Melek’i suçlu olarak gören yani orada sanık sıfatıyla durmasına karşın, henüz suçu kesinleşmemesine karşın onu en baştan beri suçlu arz eden bir karakter. Mahkememizde bir de kadın hâkim karakterimiz var, bu kadın hâkimin hiç dinlenmediğini görüyoruz.

Şimdi toplumsal cinsiyet ne demektir önce ona bakalım. Toplumsal Cinsiyet düzeni doğadan gelen bir düzen değildir, toplum tarafından ya da toplum içinde oluşturulan bir düzendir. Dolayısıyla toplumdan topluma, kültürden kültüre değişen bir düzendir toplumsal cinsiyet düzeni. Kadınlık ve erkeklik kurguları yapan ve bu kurgulardan kadına ve erkeklere ilişkin kalıplar oluşturur ve bu kalıp yargılar üzerinden kadınlar ve erkekler için birtakım kadınların ve erkeklerin kendi hayatlarına ilişkin kadınlardan ve erkeklerden beklentiler doğurur, ne gibi kadın için işte güzel görün işe git, aynı zamanda işe gittiğin gibi ev topla, yemek pişir, çocuklarla ilgilen gibi. Erkek için kadından güçlü görün, işte erkekler ağlamaz biliyorsunuz, para kazan, aynı zamanda komik ve yakışıklı ol ve koruyucu ol bir yandan da gibi.

Bu toplumsal cinsiyet algımız aslında bizim namus kavramına nasıl yaklaştığımızı etkiliyor. Namus nedir, ne değildir kelime anlamından hareket edecek olursak sözlük anlamı bir toplum içinde ahlâk kurallarına ve toplumsal değerlere bağlılık, iffet, iki dürüstlük, doğruluk. Biz daha ziyade ilk aklımıza gelen iffetlik anlamı aslında, yani toplum içindeki ahlâk kuralları ve toplumsal değerlere bağlılık. Peki iffet ne demek, cinsel konularda ahlâk kurallarına bağlılık. İffet aynı zamanda bir kadın ismi Türkçede dikkat ederseniz. Etimolojik kökeni de Yunancadaki nomos, yani kanun sözcüğünün Arapçaya gizlemek, saklamak biraz önce bir arkadaşımız korumayla, muhafaza etmeyle ilgili açıklama yapmıştı, tam da doğru bir noktaya değinmiş. İngilizcede honor sözcüğü; fakat tam olarak namusu İngilizceye çeviremiyoruz. Bunun da çeşitli nedenleri var, namus şeref eş anlamlı kullanılıyor ama dikkat ederseniz erkeğin namusu, erkeğin namusunun kirlenmesi, erkeğin namusu temizlemesinden söz edilir, işte şerefli bir erkek nasıl olur denir. Namus tam olarak İngilizce honor diye çevrilemediği için ya da bu sözcük Türkçeye onur diye çevrildiği için aslında İngilizcedeki honor kavramına denk geliyor.

Bunları niye anlatıyorum, hemen şu örnek üstünden geri döneceğim konuya. Bu sahneyi hatırlıyorsunuzdur, namus, şeref arasındaki farkı göstermek için bu örneği veriyorum. Iraklı bir tutuklu Amerikan askeri tarafından çırılçıplak, işte herkesin görebileceği bir şekilde, istemediği bir şekilde soyunmak zorunda bırakılıyor ve Iraklı tutuklunun ifadesi şu yönde, keşke bu şekilde çırılçıplak soyunmak zorunda bırakılmasaydım. Saddam dönemindeki gibi elektrikli sandalyeye bağlanıp cezamı çekseydim.

Şimdi dikkat ederseniz gördüğü iki muamele de, yani hem elektrikli sandalyeye bağlanmak hem de çırılçıplak soyunmak zorunda bırakılmak insan onuruna aykırıdır. Çünkü insan onuru evrensel bir değerdir ve insan haklarının türetildiği esas kavramdır. Fakat kendisinin istediği, yani tercih ettiği elektrikli sandalyeye bağlanmak neden? O da şu nedenden çünkü çırılçıplak soyulmanın kendi namusunu ve şerefini zedelediğini düşündüğü için, oysaki her ikisi de insan onuruna aykırı birer muamele örneğidir. Dolayısıyla bizim kültürümüzde, biz Orta Doğu toplumu olduğumuza göre bizim kültürümüzde namus kadın cinselliğinin katı denetimi ve bunun şiddetle bağlantılandırılması ile tanımlanan bir kavramdır.

Kadın bedeninin ve cinselliğin denetim altında tutulması en keskin hali bekâret aracılığıyla gösterir. Bekâret ise bir kültürel farkın toplumdan topluma değiştiğini göstermek için koydum. İngilizcede Girl Kız Çocuğu, bâkir ya da bâkire hem kadın hem erkek için kullanılıyor. Türkçede kız, kız çocuğu yine bâkire anlamında dikkat ederseniz. Bu da yine namus kavramının bizim için erkeklerin namusunun kadınlar üstünden, kadınların cinselliği, bedeni üstünden tanımlandığını göstermek için koyduğum bir örnek.

Neden böyle bir yapıya sahipsiz, namusu niye kadının bekâretini üstünden, erkeğin neden kadının bekâreti üstünden tanımlıyoruz? Çünkü bizim toplum modeli dediğimiz akrabalara dayalı toplum modeli. Akraba dayalı toplum modeli nedir? Akrabalığa dayalı toplum modeli aileden başlayarak bütün insani ilişkilerin belirli bir hiyerarşik düzen içinde ve bir cinsiyetin ya da yaş grubunun yüceltilmesi ve diğerlerinin o hiyerarşi içinde kademelendirilmesiyle oluşan bir kan bağından, özellikle kan bağının esasında bir toplum yapısı. Fakat bu bir toplum yapısının toplum modeline dönüştüğünde şu oluyor: Kan bağını aşan bütün insani ilişkilerimizi akrabalık kodlarıyla tanımlamamıza neden olan ilişkiler biçimine dönüyor. Şehirli bir hayat, farklı hayatı düşünürsek kentte işte aile içinde baba, ağabey, koca kadının namusundan sorumlu; çünkü akrabalar ya da toplum modeli ataerkil kodlarla kodlanmış durumda ve hiyerarşide cinsiyet yaşa göre kodlanmış. Taşraya gittikçe neler oluyor, ailenin sınırlarını aşıyor ve kahvede oturan delikanlılar, mahallenin delikanlıları, köyün muhtarı, okulun müdürü bile namustan sorumlu yani akrabalık ilişkileri tanımlanmayan ilişki biçimine dönüyor. Bu ilişki biçiminde erkekler tanımadığı kadınları da yenge, bacı, abla, teyze gibi tabirlerle kodlayıp o kodlarla çağırmaya başlıyorlar.  Bu kodlar içine almadıkları başka kadınlar var, bu kadınlar işte bu akrabalık ilişkilerine dayalı toplum yapısı bakımından yabancı kadınlar, bu kadınların namusundan erkekler sorumlu değildir, hatta bu kadınlar yabancı oldukları için gözden çıkarılabilir. Namusundan kimsenin sorumlu olmadığı yabancı kadınlardır.

İşte Pippa Bacca hatırlarsınız onlardan biri. Pippa Bacca barış gelini olarak medyada yansıdı. Ne yapmıştı Pippa Bacca bu dünyada iyi insanların da olduğunu göstermek için üstünde sembolik bir kıyafet, yani beyaz bir gelinlikle ülkesinden İtalya’dan Filistin’e doğru yola çıkmıştı ve Türkiye bu yol güzergâhının üstündeydi ve Türkiye’ye geldiğinde hem tecavüze uğradı hem de öldürüldü. Sanığın ifadesine bakacak olursak ben işte onu Rus zannetmiştim, yabancı olduğu için ya da işte akıl sağlığı yerinde değil zannettim. Yani bir yabancılık vurgusu var, Rus zannetmiştim. Yabancı kadın namussuz kadındır, her şeyi yapar, yapmak zorunda ne istiyorsam anlayışı var dikkat ederseniz. Dolayısıyla erkeğin namusu kadının cinselliğine bağlı, bir erkeğin namusu kendi cinselliğiyle ilgili değildir. Namusundan sorumlu olduğu kadının cinselliğinin denetim altında tutulmasıdır. Kadının namusu ise erkeğin cinselliğiyle herhangi bir ilişkisi bulunmamaktadır ve bu ilişki kurulmamaktadır.

Bir örnek daha vermek gerekirse işte erkeğin sünnet düğünü adı altında şanlı, şerefli kutlamalar yapılır hatırlayın, cinsel organına ilişkin bir operasyonla ilgili olarak. Kadın ise adet görmeye başladığında bunu saklar ve bundan utanç duyar. Başka bir örnek 765 Sayılı Türk Ceza Kanunumuzla ilgili 434. madde, burada arkadaşlar tecavüzcüsüyle kadın eğer rızası varsa evlenmesi şartıyla tecavüzcü serbest bırakılıyordu değil mi? Bu da işte akrabalığa dayalı toplum modeli içinde en son noktada ataerkil devlet yapısının namus bekçiliğine soyunmasıdır. Yani namusu ne yapıyor, kadının tecavüzcüsüyle evlendirerek namusu temizliyor, kutsal aile bağı kurarak.

Bir diğer örnek N.Ç. davası hatırlıyorsunuzdur, 13 yaşındaki bir kız çocuğunun Mardin’de 20 küsur kişi tarafından tecavüze uğraması ve mahkemeden çıkan karar.  Bizim gibi hukuk fakültesinde okumuş, hukukçu misyonuna sahip olduğunu düşündüğümüz yargıçların aldığı karar nedir? 13 yaşında N.Ç.’nin bunu yaparken rızası vardı. Benzer bir olay bizim romanımızdaki Melek karakteri için de geçerli, Melek defalarca ve defalarca kocası olan Hüsrev Bey’in gözü önünde tecavüze uğramasın rağmen rızası olduğunu birazdan İrfan Elverir söyleyecek, bu da namus bekçiliğine soyunan karikatürize edilmiş hali.

Kadınların hayatına mal olan böyle bir kavram nasıl bizim hayatımızda yer buluyor. Dilimizde başlıyor bu, ne gibi, bir sessizlik olduğunda kız doğdu galiba denir. Neden? Çünkü o bir erkek çocuğu olarak dünyaya gelmediği için matem nedenidir ya da “Elinin hamuruyla erkek işine karışma”, “Saçı uzun aklı kısa”, “Eksik etek”, “Kaşık düşmanı”, “Kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Karı gibi ağlamak”, “Adam gibi olmak”, “Kol kırılır yen içinde kalır” bütün bu ifadelerin hepsi birer cinsiyetçi ifadedir. Biz yıllar yıllar boyunca işte namus kavramının cinsiyetçi hâlini yeniden ve yeniden üreterek dilimize yerleştirmiş bulunuyoruz. Basit bir şey gibi görmeyin bunu, dilimizde kullanıyoruz ama yarın bir gün gazetede bir haber çıkıyor, namus cinayetinden bir kadın daha hayatını yitirmiş. O yüzden küçük gibi gördüğümüz detaylar aslında bizim zihniyetimizi yansıtıyor ve bunu değiştirmek bizim elimizde. Soruyorum hakim bey iki insanın birbirini sevmesi suç mu? Değil, ne bok yemeye öldürdün o insanları. İşte ben suç diye biliyordum. Yani iki insanın birbirini sevmesinden ne anladığınız bile aslında bunu gösteriyor.

Namus cinayetlerine kadar varan rehavet bir kavram bu. Bu yine ayrıldığı sevgilisi tarafından öldürülen Öğretmen Gülşah Aktürk’ün koruma talep ettiği Van Valiliği’nden “En fazla ölürsün” cevabı aldığı ortaya çıktı. Peki, namus cinayetlerini ele alacak olursak, namus cinayetlerinde arkadaşlar birtakım ortak özellikleri var, yani bunlar münferit olaylar değil, sistematik olarak bir erkek egemen toplum tarafından uygulanan bir insan hayatına son verme biçimi. Ortak özelliklerine bakacak olursak, namus hakkındaki bütün kültürel ayrılıklar aslında tüm toplumsal cinsiyet temellidir ve kadının davranışı nedeniyle meydana gelir. Oysaki kadın namus cinayeti sonucunda hayatına son verilen kadınla birlikte o davranışı gerçekleştiren bir de erkek vardır.

Diyelim ki kadın dışarıda sinemaya bir erkekle gittiyse sinemaya gittiği birde erkek vardır. Ama namusu kirleten hep kadın olmuştur ve kadın ölümle cezalandırılır. Bir diğer ortak özellik kadın cinayetleri, evet toplumdan topluma değişir namus kavramının içeriği ama dünya çapında değişik biçimlerde görülür. Ne gibi? Bangladeş ve Hindistan’da “Atik atma” yani bizim kezzap atma dediğimiz ya da mutfak ölümleri. Evlendikten sonra birinin kocası tarafından mutfak yakılarak öldürülmesi biçimi, Çin’de yeni doğan kız bebeklerini öldürülmesi, Bosna ve Kosova’da tecavüz edip öldürme, Kuzey Amerika’da dâhil olmak üzere dünyanın her yerinde kadın cinayeti işlendiği görülmektedir.

Namus cinayetlerinin faili genellikle bir erkektir. Çoğunlukla ailenin en genç erkek üyesi yargılamada daha az ceza alacağı varsayılarak bu suçu işlemeye itilir. Namus cinayetlerinde kadının tahakküm altına alınmasıyla erkeğin ve bunu özel mülkiyetinde bir mal olarak görmesi arasından bağlantı vardır. Ölen kadınların genellikle genç kadınlar olduğu görülmektedir. Bu da ataerkil toplum zihniyetinin genç kadının cinselliğiyle erkeklere meydan okuma potansiyelinden korktuğunu göstermektedir ki ülkemizde de bazı taşra kesiminde genç kadın tek başına sokağa çıkarılmazken sadece yaşlı kadınların sokağa tek başına çıkması makbul karşılanmaktadır.

Bu da iki şeye işaret eder: Bir namus kavramını kollayış biçimimiz kadınlar üstündendir ve kadınlar güvenilmezdir. Güvenilmez oldukları için de aykırı davrandıkları her durumda gözden çıkarılabilirler, yani öldürülebilirler. Cinayetleri işleyen erkekler ise diğer erkeklerin işbirliğini ve desteğini açıktan ya da gizliden alırlar. Buna toplum sessiz kalarak destek olur, destekçiler arasında bazen bizi ilgilendiren kolluk kuvvetler, avukatlar ve yargıçlar da vardır. Oysaki bir şiddet eylemi varsa bunun mahremiyet olduğunu iddia etmek doğru değildir.

Kültürel nedenlerle de, işte kültürel bir nedenden dolayı öldürüldü de geçerli bir neden değildir. Romanımızda da Melek’in yaşadığı onca şeye onca tecavüze, şiddete, tacize rağmen oranın eşrafı “Karısıdır istediğini yapar” der. Hüsrev Bey’in karısıdır işte Hüsrev Bey istediğini yapar şeklinde kutsal ailenin içine sokar Hüsrev Bey namusunu ve meşrulaştırır.

Bu noktada toplumsal cinsiyet ve hukuk ilişkisini biz nasıl kuracağız ve toplumsal cinsiyet algılarının adaletin yerine getirilmesindeki etkisi nedir, nasıl olmalıdır, bu ilişkiyi nasıl kuracağız? Öncelikle kadının ikinci planda değerlendirmesi ataerkil anlayışın üstünlüğü temeline dayanır. Erkeğin üstünlüğünü erkeğin egemen olmasını meşrulaştırmak için de iki temel yol vardır; birincisi meşrulaştırıcı bir ideoloji geliştirmek, ikincisi erkek egemenliğini hukuk yoluyla meşrulaştırmak.

Meşrulaştırıcı ideoloji zaten kadının ve erkeğin doğasının farklı olduğunu iddia etmek ve bunun arasında bir hiyerarşi kurmak. Erkekliği akıl, rasyonellik ve güçlülükle olumlamak, kadını ise duygusallık, rasyonellik eksikliği ve zayıflık gibi olumsuz yönlerle birleştirmek. Dolayısıyla kadın duygularıyla baş etmekte zorlanan, hormonların etkisinde olan, duygusal, hassas ve narin bir varlık olarak kodlanır. Bu noktada erkekler hiçbir zaman ağlamaz. Hukuk bu noktada kendi içinde çelişki içinde, neden; çünkü modern hukuk sisteminde kadınlar hukuk temelinde erkeklerle eşit konumda kodlanıyor. Fakat hiçbir şekilde kültürel normları eğer biz hukuk sistemi içinde hukuki norm haline getiriyorsak da hukuk bir şekilde ataerkil kodları meşrulaştıran araç haline geliyor.

Dolayısıyla hukuk normlarını biz hukukçular olarak uygularken namus kavramıyla ben nerede karşılaşacağım diye düşünebilirsiniz ya da toplumsal cinsiyetle, hukuk normlarının korunması aşamasında ya da hukukun uygulanması aşamasında karşımıza çıkabilir. Hukuk normlarının korunması aşamasında, türetilmesinde bu normları eğer kültürel normlardan ya da bir ideolojiden türetiyorsak mevcut toplumsal cinsiyet anlayışı hukuka yansıyacaktır. Bir örnek vermek gerekirse eski Medeni Kanunda evin reisi, ailenin reisi babadır hükmü diyelim. Mevcut toplumsal cinsiyet düzeni olduğu gibi hukuka yansımış. İkinci seçeneğimiz bunu tercih etmemiz makbul olan, insan hakları bilgisi ışığında, onlar nedir işte ayrımcılık yasağı ve eşitlik ilkesini gözeterek adalete uygun olarak hukuk kurallarını türetmek, peki hukukun uygulanması aşamasında nasıl karşımıza çıkıyor?

Hukuk bir yandan zararları azaltırken diğer yandan kadınlara yönelik aile içi şiddet, cinsel istismar, tecavüz, zorla evlendirme, sözde namus cinayetleriyle ilgili problemleri çözemez. Çünkü sadece ideal normların yaratılması yeterli değildir, uygulama aşamasında da polis, savcı, avukat ve yargıç gibi uygulamada yer alanlar toplumsal cinsiyete ilişkin aldıkları ve almaları gereken tutum konusunda problemler yaşamaktadırlar. Bu problemler nedir? Eğer cinsiyet eşitliğine ilişkin bir fikri yoksa birazdan anlatacağımız Faik İrfan Elverir’in verdiği bir karar şeklinde kararlar çıkmaktadır. Hukuk konumuzda peki koruyucu  gibi pozitif hukukumuzda mevzuatta neler var? Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Kadının Siyasi Hakları Sözleşmesi, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi, Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve bunlarla mücadele eden Avrupa Konseyi Sözleşmesi yani İstanbul Sözleşmesi dediğimiz pozitif hukukt

Sahibi: Prof.Dr. Abdurrahim Özgenoğlu
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A. Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.