33 Yıl:
9 Mart
2014 ISSN:
1306-3472

Ana Sayfa » Yıl 9, Sayı 33 (Mart 2014) » Şair Zerrin Taşpınar’la Edebiyat ve Kadın Üzerine Söyleşi

EDEBİYAT KÖŞESİ

 

ŞAİR ZERRİN TAŞPINAR’LA EDEBİYAT VE KADIN ÜZERİNE SÖYLEŞİ                        


Gülden A. Pınarcı
gpinarci@atilim.edu.tr

 

Her sayımızda olduğu gibi bu sayımızın “Edebiyat Köşesi”nde de sizleri bir şairimizle daha buluşturalım istedik. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü nedeniyle bu sayımızda Emekçi Kadınlar Derneği Onur Üyesi olan Şair Zerrin Taşpınar’ı konuk ettik. Taşpınar’la edebiyat ve kadın üzerine sıcak bir sohbet gerçekleştirdik. 

“Kadınların, daha çocuk yaşta haklarını elde etmek için savaştıkları bir kültürde yaşıyoruz. Ben de o savaşları az da olsa yaşadım. Böylesi bir yetişme serüveninin insanı güçlendirdiğine inanıyorum. Kadın olmak, çok renkli olmak gibi geliyor bana. Hayatımda hiçbir zaman; “burnum şöyle olsaydı, gözüm böyle olsaydı” gibi bir özlem, görüntümden bir mutsuzluk duymadım. Tam tersi, bir noktam bile değişse, ben olmayacağımı düşündüm hep… Kendimi olduğum gibi kabul ettim sanırım. Madem kadınım, bilerim o kadın olma durumunu ve keskinleştiririm dedim belki de…

Ayrıca, kadına ikinci sınıf insan gözüyle bakan bir toplum, erkeğin ruh sağlığını korur mu sizce? Birini aşağılamak, ötekini yüceltmek anlamına gelmez mi? Yüceltmeyi çabalarıyla hak etmeyen, bunu doğuştanlıkla kazananın hazım sorununu, korkularını düşünmek gerek…  Bu gerçeği görünce özenecek bir şey kalmıyor ortada.”

Öncelikle röportajımızı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Dilerseniz sizi tanımakla başlayalım. Zerrin Taşpınar kimdir? Bize kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Doğduğu günden başlayarak, babasının görevi nedeniyle; kışları Ankara’da, yazları, her yıl farklı bir kent, köy, kasabada yaşamış biriyim. Kaloriferli bir okuldan, elektriği, evlerde suyu olmayan bir ülke coğrafyasına taşınmanın şaşkınlığını hiç yitirmemiş, giysilerinden, hele de ayakkabılarından utanmış bir çocuk… Gittiği her yerde can ciğer arkadaşlıklar edinmeyi başaran üstelik… Kalbinden bir parça bıraka bıraka kentine dönen, uykuya dalmadan önce sihirli bir değnek düşleyen, bir daha göremeyeceği yüzleri unutmamak için sözler verip asla tutamayan bir suçlu. Yaşamın çok yanlı ve yönlü gerçeklerini görerek büyümenin yarattığı bir ‘kalabalıklar içinde yalnızlık’ duygusu…

Çok erken yaşlarda şiir yazmaya başlamış, belki de şiire sığınmış, yayınlatmış, liseler arası yarışmalarda ödüller almış biridir Zerrin Taşpınar… Gencecik yaşında köşe yazılarına konu olsa da, “ben bunları mı yazmalıyım?” sorgusundan bunalıp, şiiri öteleyen biri… Sonra, şiirin yerine çocuklarını koyan, çılgınlar gibi kitap okuyan, manto parasıyla kitaplar alan bir anne. Üç çocuk büyütüp -onları özgür bırakamamak korkusuyla biraz da- yeniden şiire dönen biraz olgunlaşmış bir şair adayı… 12 Eylülün karanlığı bastırınca, yani erkek egemen toplumun uç noktası militarizm ülkemizi tutsak alınca, bağırmayı görev sayan bir kadın… Militarizme karşı çıkmanın, eleştirmenin yolunu; feminizmi yükselterek açmayı, okurları bu yoldan uyarmayı seçen ve yazdıklarını yayınlatmaya karar veren bir yazın sever belki de…

Bu yeniden başlangıcın ‘Yarın’ dergisiyle gerçekleştiğini eklemeliyim. Behçet Aysan, Şükrü Erbaş ve niceleriyle aynı zamanlar, aynı dergi… Ankara’ya kesin dönüşle, edebiyat çevresine girmem, bilgi alış-verişi kolaylaştı elbette… Sonra kendime; demokratik kitle örgütleriyle buluşan, eylemli, başkaldıran sesimi de duyurabileceğim bir yaşam kurdum… 

“İnatla kadınlığımı bilemem

Ve yüksek sesle konuşmam bundandır”

Diyen, haykıran ve kadın haklarını savunan bir kadın şair var karşımda. Sizi, kadın kimliğinizle ön plana çıkaran bu savunucu yanınıza neden, illa ki toplumun değil, toplumların kadına verdiği değerle hemhal. Ataerkil yaşayışın çağdışı katliamlarına göğüs germeye hazır yüz binlercesinin varlığından haberdarız ancak bir avuç insanın sesi yükseliyor, kadına yapılan zulme karşı. Kadınlar, toplumun şiddet gören “diğer” yarısı olarak anılıyor hep. Kadınların gördüğü şiddet, deşifreye müsait hale getiriliyor ne yazık ki. Emekçi Kadınlar Derneği onur üyesi bir şair olarak sizce 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde bir şair nasıl haykırmalı, neyi dillendirmeli?

İki dizesini aldığınız şiir, benim “Ne yazmalıyım?” sorusuna verdiğim ilk yanıttır. Yani 15 yıl ara verdiğim şiir serüvenimin, yeniden başlama şiiri. Benim için çok değerlidir. Dönüm noktasıdır.

Kadınlara özgü bir ‘susma yasası’ vardı eskiden. ‘Kan kusup kızılcık şerbeti içtim’ demekti özeti. O yasayı anneannemden alıp, içselleştirerek bunca yıl taşıdığımı görmüştüm. Ben, kadınlara değer verilen ailelerde yetiştiğim halde,  kadının nasıl algılandığını, nelere katlandığını gözlemleyen,  tanıklıklar biriktiren, evlendikten sonra bire bir yaşayan biriydim… Ama o ‘susma yasası’ nı sürdürüyordum ve şiir, sorun yok gibi yapınca iğreti, yapay bir tat olup çıkıyordu.

Bombalar atılırken aşk şiiri yazabilirsiniz… Elinize bir keman alıp, ölüme/öldürmeye inat bir serenat seslendirebilirsiniz. O ana, birebir yaşanana bir başkaldırıdır yaptığınız…

Bir düzene, sisteme, sürüp gidene ve sürüp gitsin istenene karşı çıkmanın yolu farklıdır… Sistemler/ düzenler, yasa ve yasaklarını sinsice sürdürürler çünkü. Baskılama yoluyla, görünmez silahlarla… Erkek egemen toplum da böyledir. Kadın hakları var gibidir, hatta yasalara yazılmıştır. Uygulanan başkadır… Erkek hep kayırılır, hatalarda, hatta suçlarda görmezden gelinir, toplumun hoş görmediği tüm olaylarda elini yıkar ve çıkıp gider… Biriken öfke, ailenin malı sayılan kadına yönelir. Yıllardır haber olarak kadınlara yapılanları okuyor, ekranlardan izliyorsunuz. Aslında, Feminizmin sesini yükselttiği yıllarda ilk kez tartışıldı kadına yönelik şiddet, öldürüm, berdel, satılan kızlar, çocuk yaşta evlendirmeler, kumalık… Uzun bir uğraştı.

Kadınlar, kadın öyküleri yazdı, kadın romanları, kadınları anlatan dizeler… Bu yüksek sesli çabalarla kadın bakanlığı kurulması, kadın haklarından söz edilmesi gündeme gelebildi. Kadın örgütleri kuruldu… Sığınma evleri açıldı. Feminizm, önemli bir adım attırdı topluma… Ancak, dinin siyasallaşmasıyla ve iktidara gelmesiyle, kadınlar üzerindeki baskı, şiddet, geçmişe oranla kat kat arttı. Bu artışta, kadınların artık boyun eğmek istememesi, hakkını aramaya çalışması, şiddet görünce yasal yollara başvurması da etkili olabilir. Başka bir anlatımla; erkekler, şiddet, baskı, kötü davranışlar karşısında sesini yükselten, korunma isteyen, kaçmaya çabalayan kadını ölümle cezalandırmayı bir egemenlik sorunu olarak algıladılar gibi geliyor bana. Çünkü onlara, kadınların malları olduğu, hatta inançları gereği onları cezalandırabilecekleri öğretilmeye başlandı.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde, yöneticileri, kadın öldürümlerini hemen, şimdi önleye çağırmak önceliğimiz bence… Caydırıcı cezalar gündeme gelmeli. Hiçbir hafifletici sebep kabul edilmemeli. Bu cinayetler, bireysel değil toplumsal suçlar olarak yargılanmalı. Bir tek kadının yakınları tarafından öldürülmesi, tüm kadınlar için tehdittir… Bu anlaşılmalı… Kadın cinayetlerinin küçük cezalarla geçiştirilmesi, hafifletici sebeplerin, cinayetin önüne geçmesi, bakın ülkemizi ne hale getirdi… Kötülük bir rol model haline geldi ve bu erkeklere cesaret verdi. Bunu göz ardı edemeyiz, etmemeliyiz. 

Hal böyleyken Türkiye’de kadın olmayı nasıl tanımlıyorsunuz? Gerçi şiirlerinizde bunu dile getiriyorsunuz ama sizden dinlemek isterim. Ya da şöyle de sorabiliriz soruyu: Türkiye’de kadın olmaktan hiç şikâyet ettiniz mi? 

Doğduğum ailede, anne tarafı ve baba tarafı olarak;  kadına şiddet de, kötü davranış da kabul görmezdi. Bir iş bölümü vardı ama. Erkekler dışarıda çalışır, kadınlar evde… Herkes çok mutluydu falan demek istemem. Ama gözle görülür bir denge, paylaşılmış sorumluluklar gözlemledim ben.  Ayrılıklar, kavgalar da oldu elbette. Canı isteyince, keyfi kaçınca kadını kapı dışarı atmak, muhtaç ve çaresiz bırakmak gibi şeyler asla. Zaten benim geniş ailemin kadınları, haklarını kurda kuşa yem edecek kadınlar değillerdi. Bense kadın olmaktan hiç yakınmadım. Yakınmak yerine, kadın olduğum için karşılaştığım zorluklarla baş etmeyi, kadın kalarak kendimi kabul ettirmeyi seçtim…

Kadınların, daha çocuk yaşta haklarını elde etmek için savaştıkları bir kültürde yaşıyoruz. Ben de o savaşları az da olsa yaşadım. Böylesi bir yetişme serüveninin insanı güçlendirdiğine inanıyorum. Kadın olmak, çok renkli olmak gibi geliyor bana. Hayatımda hiçbir zaman; “burnum şöyle olsaydı, gözüm böyle olsaydı” gibi bir özlem, görüntümden bir mutsuzluk duymadım. Tam tersi, bir noktam bile değişse, ben olmayacağımı düşündüm hep… Kendimi olduğum gibi kabul ettim sanırım. Madem kadınım, bilerim o kadın olma durumunu ve keskinleştiririm dedim belki de…

Ayrıca, kadına ikinci sınıf insan gözüyle bakan bir toplum, erkeğin ruh sağlığını korur mu sizce? Birini aşağılamak, ötekini yüceltmek anlamına gelmez mi? Yüceltmeyi çabalarıyla hak etmeyen, bunu doğuştanlıkla kazananın hazım sorununu, korkularını düşünmek gerek…  Bu gerçeği görünce özenecek bir şey kalmıyor ortada.

Bir de şu gerçeği hep unutuyoruz: Kadınlar birbirinin aynı, fotokopiyle çoğaltılmış yaratıklar değil… Tüm insanları, doğdukları aile, gittikleri okul, büyüdükleri mahalle, yaşadıkları çevrenin fiziki koşulları, toplumun gelenekleri, insana verdiği değer, bilgi birikimi, özellikle ekonomik koşullar, hep birlikte, kişinin genlerinde taşıdıklarıyla çekişe, örtüşe biçimliyor… Ne kadar farklı koşullar varsa o kadar farklı yetişen insan var. İkiz çocuk dünyaya getiriyorsunuz, bu çocukların zevkleri, istekleri, gülüşleri aynı ama karakterlerinde müthiş farklar oluyor… Kadın ve erkek olmadan önce insan olmak, en üst kimliği geliştirmek, benimsemek gerekiyor. Sonra alt kimliklerde dolaşıp, kendimizi, geleceğimizi biçimlendirebiliriz diye düşünüyorum. 

Ben, kadın olma halinden doğan, toplumun düşünmeden kabullendiği ayrımcılığı şiirlerimle anlatmayı seçtim. Kadınlara da, erkeklere de bir ayna tutmak istedim.  Toplumsal olayları, kadın bakışımı hiç yitirmeden, bir de benim gözümle görmelerini sağlamaya çalıştım. 

Dün izlediğim bir filmde şöyle bir replik geçiyordu: “Koca fakültede sadece 8 kadın var. Sana âşık olacak halim yok. Okumaya geldim.” Film, Amerikan yapımıydı. Ancak bu repliğin üzerine aklıma, sizle ilgili yazılmış şöyle bir ifade takıldı:  Size neden şiirlerinizde çiçeklerin, böceklerin, bulutların, ağaçların, aşkların olmadığı sorulduğunda: “Güldünyalarımız öldürülürken, savaşlarda insan canına bir mal kadar değer verilmezken, uğur kaymazlarımız, ceylan önkollarımız katledirilirken, nasıl aşk şiiri yazayım?” Bulutsuzluk Özlemi’nin dediği gibi “Ölümler çıplak gelir”, kadın, hep bu halde miydi, ezelden beri? Aşk bile yasak, sevda hep uzak mı sizce? Türkiye’de geçmişten bugüne kadının yeri ne durumda?

Aslında aştan söz eden şiirler de yazdım. Erkek şairlerin bir eleştirisidir şu soru: “Kadın şairler neden salt aşkı anlatan şiirler yazmıyor?” Hemen Furûğ örnek verilir. (Şimdiki İran’da, aşkı bırakın, kadınlar şiir bile yazamıyor oysa… Afganistan’da öldürülen ilk insanlardı ‘kadın şairler’, kadın gazeteciler. Bazıları Avrupa’ya kaçıp canını kurtarabildi. Şimdiki Türkiye’de de toplumsal gerileme bu yolda…) Bu tür ‘kadın’ şairleri eleştiren yazılar yazıldı ve ben yanıtladım pek çoğunu. Daha da ileri gidilerek, kadınlar şu konuları yazmalı gibi öneriler kaleme alındı. Yanıtım “Kimse bize ne yazacağımızı söyleyemez. Söylerseniz ben de size ne yazmanız gerektiğini söylerim” olmuştu.

Bu tartışmalar arasında bir aşk şiirleri antolojisi çıkmış. Benim şiirlerimin de antolojiye alındığını gören Ş.Erbaş armağan etti bana. O gün, beni “aşk şiiri yazmıyorsun” diye eleştiren arkadaşım da yanımızdaydı ve hem ona takıldım, hem epeyce güldük… Aşkın bir toplumda nerede, nasıl tökezlediğini yazmak da aşka dahildir oysa.  Kadınların hangi korkularla aşkı özgürce yaşayamadığını yazmak da…

Bizim toplumumuzda kadın, birey olma mücadelesi veriyor. Aşk; yazan, düşünen, örgütsel mücadeleye katılan kadınların ikincil sorunu belki de. Ama hepimizin âşık olduğuna inanıyorum. Mücadele sürerken duygularımız ölmüyor ki…

Erkek egemen toplumlar, baskıcı toplumlar, kadınların yazdıklarını,  hayatlarından birebir bir kesit arayarak okur. Ayla Kutlu’nun bir romanı (Hoşçakal Umut) yayınlandığı yıl, yazarın aşk yaşamı gibi algılanıp tartışılmıştı. Komik bile değildi yazılanlar. Üstelik bu yazıları yazanlar, toplumun ortalamasının üstünde sandığımız kişilerdi… Bu yüzden komik bile değildi. Ama bana bir şeyler öğretti bu süreç. Sonra da şu soruyu sordurttu: “Kadınlar aşkı yazsın, bir erkeği anlatsın” isteğinin arka odasında; cinselliği kadınların kaleminden okumak, kendi toprağının şiir, roman kahramanıyla özdeşleşme özlemi mi var acaba?

Edebiyatta bile erkek egemen bir söylem sizce de hâkim mi? Asıl mesele, erkeklerin sesi daha mı gür çıkıyor ne? Ya da kadınlara hiç alan bırakmayan erkekler mi yoksa alan yaratma konusunda toplumsal erkek egemen sindirme/sindirilme yüzünden alan bulamayan kadınlar mı?

Evet. Erkek egemen bir söylem hâkim.  Aynı oranda sistemin/iktidarların bazı edebiyatçılara gizli/açık desteğinden de söz edebiliriz. Toplumcu-gerçekçi edebiyat raflarda bile yer bulamıyor artık. Yayıncılık, sermayenin bir uzantısı haline geldi. Sistem, idealist ya da ilkeli yayıncılığa izin vermiyor. Yazarlık da reklâmla parlatılan, ünlendirilen bir uğraş haline geldi. Doğru, yanlış demiyorum. Bir olgudan söz ediyorum.

Edebiyat dünyasını tanıyorum ve rahatlıkla erkeklerin daha hırslı, daha kıskanç olduğunu söyleyebilirim. İşleri ve yazma uğraşlarıyla ilgileniyor onlar. Kadınların, önce çocuklara sonra yaşlılara, hastalara bakmak, evin düzenini, temizliğini sağlamak, yakınlarının kişisel sorunlarıyla uğraşmak, hatta evi geçindirmek gibi, bitip tükenmeyen, 24 saatin yetmediği işleri var üstelik. Kadınlardan beklenen özverinin sınırı yok gibi bir şey. Maddi manevi… Şair Ruhan Mavruk kitabını şöyle imzalamıştı bana: “Anne ve şair olmak, kırık bir tekerle tarla sürmek gibi” Az ve öz… Kadınların neden daha az yazdığının özeti.

Bütün bunların ötesinde, dergiciler, yayıncılar erkek… Edebiyatta da masa arkadaşlığı önemli. Alan yaratma konusunda erkeklerin daha başarılı olduğu bir gerçek…

Kişiselleştirerek, kendimden söz edecek olursam, ben az yazan biriyim. Çok çalıştığım ve yazmayı ertelediğim bir yaşamım oldu… Şimdilerde daha çok zamanın var ama içimde kırılıp sakat kalmış, küçük oyunlardan bıkmış bir şeyler uç verdi ve usul sesle sızlanıp duruyor.

Yıllarca mücadele ediyorsunuz… Yazarak, bağırarak, sokaklara çıkarak mücadele ediyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki toplum geri adım…

Kadın Edebiyatçı’ ya da ‘Kadın Yazar’ denildiğinde bile bir ötekileştirme var.  Neden erkek edebiyatçı ya da “erkek yazar” değil de özellikle kadına vurgu? Rahatsız edici bir taraf görüyor musunuz siz de?

Hep rahatsız oldum bu ayrımdan ve çokça yazdım karşı çıktığımı.  Kadınların, asla referans alınmadığını, onların dizelerinin, sözlerinin, konuyu en açıklayıcı sözler bile olsa alıntılanmadığını biliyorum. Kendim yaşadım… Bizi överken bile söze “kadın şairler arasında…” diye başlarlar ki bu, haddini bil, seni erkeklerle kıyaslamıyorum anlamı taşır.  Genelde bir ötekileştirme çabası vardır hep. Bu görünmez kuralı bozan erkek şairlere saygım sonsuz. Ben mücadeleyi, siz de ‘erkek şairsiniz’ direnişiyle verdim, veriyorum.

Her şeyiyle “post” bir dünyada (postmodernizm, postfelsefe, post…) postunu çıkara çıkara şiir yazanlara, imgeyi olur olmaz yerlere sıkıştırıp nefessiz bırakanlara inat, şiirleriniz emekten, işçiden, kardeşlikten yana. Bazen siz de benim gibi soruyor musunuz bu post’lara karşılık: “Acaba, daha nereye kadar gider şiirde bu sürgün yalnızlık?”

Baskı dönemleri, sanatın kaçış dönemleridir. Sanatçı gerçeği anlatamadığı zaman;  bazıları imgelerin karmaşasına, bazıları da çok şey biliyor da okur anlamıyor havalarına bürünür… Kimileri bireyciliğe sığınır. Kimileri kendi sesinde boğulur da bir şey anlattığını sanır… Kalıcı olan, o dönemi gerçekçi bir gözlemle anlatan, yarını bilinçli bir sezgiyle okura duyumsatan yapıtlardır.

Toplumcu-gerçekçi sanatçıların bile soyuta kaçtığı bir dönem yaşıyor olabiliriz. İnsanların ucuz ve popülist söylemlerle suçlanıverdiği, siyasetin elde sopayla yapıldığı ve bireylerin doğrudan hedef alındığı bir ortam var. Her şey çarpıtılabilir, herkes düşüncesinin tam tersi bir gerekçeyle sanık sandalyesine oturtulabilir… Ya da bu algı bir proje olarak yaygınlaştırılıyor…

Yazın emekçilerinin sanık sandalyesine oturmaktan korkmadığını biliyorum. Bu bir yana: Gündem o kadar hızla değiştiriliyor ki, toplumsal-gerçekçi çevreler karşı duruş sergileyemeden, kucağınıza yeni bir sorun konuluyor… Yıllardır böyle yaşıyoruz. Aylarca Tekel Direnişine destek verdik. Şiiri bile yazılmadan (şiir olaylar biraz soğuyup, akıl, bilgi, birikim devreye girmeden, yani ilk coşkuyla yazılmaz .) yeni direnme gerektiren alanlarla yüz yüze geldik.  Bunun hafif de olsa bir savrulma yarattığını düşünüyorum.

Gezi Direnişi, toplumu canlandırdığı kadar, pek çok sanatçıda: “bizi anlayanlar, bizim gibi hissedenler varmış. Emeklerimizin tümü çöpe gitmemiş” duygusu yaratmıştır diye bir inancım var.

Çuvaldızı bir de sanatseverlere batıralım mı? Kaç okur ‘çok satanlar listesi’nden seçiyor alacağı kitabı? Sergileri kaç kişi ziyaret ediyor? 

Dünyaca ünlü yazarlarımızı sokaktaki insanlara, hatta üniversite öğrencilerine sorun. Kulağına bir yerlerden çalınmış olsa bile, sorduğunuz adı ekranda arayacaktır belleği…

Bir son sözle bitirmek istiyorum: Ben Madımak Otelinden kurtulduktan sonra, arkadaşlarıma verdiğim sözü tutmak için, “Sivas’ı nasıl anlatmalıyım?” sorusuyla boğuştum bir süre… Tavra’yı anımsayana kadar sürdü bu sorunun acıtıcı yanıt arayışı. Tavra; eski bir ırmak yatağı. Zamanla yer altına çekilmiş. Yine de Sivas’ın su ihtiyacını karşılıyor. Ancak gökyüzüyle buluşamıyor ve gerçek yatağında akamıyor. Gerçek yatağında akamamak bana; işsizlik, yoksulluk, eğitimsizlik ya da insansız bir eğitim sonucu kurmaca tahriklere coşkuyla kapılan, Sivas’a sanat taşıyanları düşman gören kıyıcıları düşündürdü en çok. Oraya çağırılanların hemen hepsi toplumcu-gerçekçi sanatın temsilcileriydi ve yakanların bu ülkede insanca yaşaması için, sanatlarıyla mücadele eden kimliklerdi.  Bu yaman çelişki, binlerce yıllık bir çelişkiydi aynı zamanda.  Tarih böylesi olaylarla doluydu elbette. Bu tür olaylar hep birilerinin işine yaramış, birilerini iktidara taşımıştır. Kıyıcılarsa ellerindeki kanla kalmışlardır hep. Utançlarına sarılarak ya da mağduriyet yaratarak…Ama o kıyımdan hiç çıkarları olmaz yığınların…

Ayrıca Tavra,  Arapçada özgürlük anlamına geliyor (El Tavra gazetesini hatırlayın). Sivas olayları, özgürlük, kıyım, yatağını terk etmiş bir su… toplum…

Son sorunuzla şöyle ilişkilendiriyorum: Şiir ırmak gibidir. Yeraltına çekilse bile toplumu besler, yaşatır… Gökyüzüyle buluşan, toplumla yan yana duran, gerçeğin yatağında akıp giden şiirse, hem yağmur yani bereket getirir, hem dolaylı bir mutluluk… diye düşünüyorum.

Sevgiyle kalın. 

Sahibi: Prof.Dr. Abdurrahim Özgenoğlu
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A. Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.