32 Yıl:
9 Ocak
2014 ISSN:
1306-3472

Ana Sayfa » Yıl 9, Sayı 32 (Ocak 2014) » ŞAİR HÜSEYİN ATABAŞ'LA SÖYLEŞİ

EDEBİYAT KÖŞESİ

 

ŞAİR HÜSEYİN ATABAŞ’LA ŞİİR VE YAŞAM İLİŞKİSİ ÜSTÜNE SÖYLEŞİ                        


Gülden A. Pınarcı
gpinarci@atilim.edu.tr

 

Her sayımızda olduğu gibi bu sayımızın “Edebiyat Köşesi” nde de sizleri bir şairimizle daha buluşturmak istedik. Bir önceki sayımızda Şair Abdülkadir Budak ile bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu sayımızda da konuğumuz Şair Hüseyin Atabaş oldu. Ankara’da 50 yıldır yaşayan Şair Hüseyin Atabaş ile siz okurlar için şiir ve yaşam ilişkisi üzerine samimi bir sohbet gerçekleştirdik.

“Benim babam demirciydi, yaptığı tarım ve ev gereçlerini yöre kasaba pazarlarında satmaya giderdi. O zamanlar, kasaba pazarlarında gezip “destan” satan halk şairleri vardı. Babam pazarda yakaladığı o destanları toplar eve getirirdi... İşte benim şiir adına ilk olarak onlar ilgimi çekmişti… O destanlar, üzerinde kuruldukları olaya göre ya didaktik manzumelerdi ya da lirizmi ağır basan ağıtlar… İlkokulun 3. sınıfında öğretmenimiz bir şiir yazma ödevi verdi bize. Ben de destanlara benzeterek üç dörtlükten oluşan bir şiir yazmıştım, işte o benim ilk şiirimdi. Şiirden işte o günden beri, yani 60 yılı aşkın bir süredir hiç kopmadım.  1961 yılında da ilk şiirime bir okul dergisinde mürekkep kokusu bulaştı.”   

Hüseyin Bey, biz şiir severler olarak sizi tanıyoruz. Sizi tanımayan veya yeni tanıyacaklar için kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Hüseyin Atabaş kimdir?

Hüseyin Atabaş - 1

Hüseyin Atabaş; elli yıl önce, yani 1963 yılında Ankara’ya gelmiş ve bir daha da buradan ayrılmamış bir vatandaş işte… 10 Temmuz 1942 tarihinde Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinde doğmuş. 11 yaşında 2. sınıftan başlayarak, ilkokulu doğduğu yerde okumuş. Ortaokulu Elâzığ ve Kütahya’da, liseyi Kütahya, Trabzon ve Ankara’da okuyarak bitirmiş. Sonra Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde, bugünkü adıyla Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde okumuş.  1967 yılında çalışmaya Ordu Pazarları Başkanlığı (1967-71)’nda başlamış, sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi (1971-79), Ankara Büyükşehir Belediyesi (1979-94), Ankara Üniversitesi TÖMER (1999-2005)’de olmak üzere toplam otuz beş yıl çalışarak nafakasını doğrultmaya çabalamış…

Ben olan şair Hüseyin Atabaş’a gelecek olursak: Çalışma yaşamımla birlikte, sendika, dernek gibi sivil toplum ve yazarlık mesleği ile ilgili kuruluşlarda kurucu, yönetici ve üye olarak görevler aldım. 

İlk şiirimin yayımlandığı 1961 yılından bugüne edebiyat çevrelerinde bulundum, okuyup öğrenmeye çalıştım. Daha sonra kimi televizyon ve radyolarda edebiyat izlenceleri hazırlayıp sundum (1996-2003). Ankara Üniversitesi ile özel kurslarda yaratıcı yazarlık dersleri verdim. Ayrıca zaman zaman yayınevlerinde redaktör ve ansiklopedi yazarı olarak çalıştım.

HÜSEYİN ATABAŞ  

1970 Kuşağı toplumcu-gerçekçi şairleri içinde sayılırım. Elli yılı aşkın bir zamandan beri sanırım 60 kadar dergide, 5 gazete şiirler, edebiyat ve tolum sorunları üzerine yazılar yazıp yayımladım; yayımlamayı sürdürüyorum.  Bugüne dek; Gelecek (1975), Yanarca (1979), Bitmeyen (1983), Yüzün Bende (1988), İlkyaz Töreni (1994), Saydam ve Gizli (1997), Düşe Yazdım (2002), Yorgun Denge (2005), Çıplak Su (2009), Ömür Lekesi (2011) adlarında 10 şiir; Kale ve Bozkır (1994), Özgürlüğün Geldiği Gün (1998), Türkçe Yaralı Dilim (2003), Dünyada Kimse Var mı? (2007), Dilin Gizilgücü / Şiir Sanatına Giriş (2009) adlarında 5 deneme ve Ankara Rüzgârı / Ankara Şiirleri Seçkisi (Ali Cengizkan ile, 1998) adında bir seçki çıkardım. 10 kadar kitabı da derledim ve basıma hazırladım… Ülkemizin saygın şiir ödüllerinden 1994 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, 2005 Ceyhun Atuf Kansu Şiir Ödülü, 2009 Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü aldım. Kimi şiirlerim Almanca, Arapça, Fransızca, İngilizce ile İtalyancaya çevrildi.  

Her şairin bir şiire başlama hikâyesi vardır ya da şiirin şairin göklerinde şimşek çaktırdığı vakit diyelim. O vakit geldiğinde her şair şiire inanmış bir mümin edasıyla şiire ibadete koşar adeta. Kimi şair buna ilham der, kimi şair de toplumsal gerçekliğin tahammül edilemez hale gelmesi. Şiir ne zaman ve nasıl atmaya başladı kalbinizde, ne zaman kalbinizde şiirin debisi artıyor, rejimi alt üst oluyor da biz böyle derinlikli şiirler okuma arzumuzu doyuruyoruz?

Benim babam demirciydi, yaptığı tarım ve ev gereçlerini yöre kasaba pazarlarında satmaya giderdi. O zamanlar, kasaba pazarlarında gezip “destan” satan halk şairleri vardı. Babam pazarda yakaladığı o destanları toplar eve getirirdi... İşte benim şiir adına ilk olarak onlar ilgimi çekmişti… O destanlar, üzerinde kuruldukları olaya göre ya didaktik manzumelerdi ya da lirizmi ağır basan ağıtlar… İlkokulun 3. sınıfında öğretmenimiz bir şiir yazma ödevi verdi bize. Ben de destanlara benzeterek üç dörtlükten oluşan bir şiir yazmıştım, işte o benim ilk şiirimdi. Şiirden işte o günden beri, yani 60 yılı aşkın bir süredir hiç kopmadım.  1961 yılında da ilk şiirime bir okul dergisinde mürekkep kokusu bulaştı.  

Daha sonraları bizim gerçek şairlerimizi okudukça; Yunus gibi, Fuzuli gibi, Nâzım gibi, Ahmet Muhip gibi ve kuşkusuz daha sonraki çağdaş şairlerimiz gibi... Onlardan kendime yakın bulduklarım oldu, onlara tutundum. Gerçek anlamda şiiri yakalayabilmek için, bilinçli olarak, onların söylemine sızmaya çalıştım. Dünya şairlerinden de duru sularda kulaç atanları kendime daha yakın, daha sıcak buldum; Vergilius gibi, Sandor Petöfi gibi, Paul Eluard gibi, Pablo Neruda gibi... Bir yere geldikten sonra, şairin çağının şiir dilini ya da karşı dilini bulması / oluşturması gerektiğinin ayrımına vardım.

O günden bu zamana kadar şiir benin şikâyetçi olmadığım ama günde yirmi beş saatimi meşgul eden arkadaşım oldu… Zaman zaman ben onu dürterim, zaman zaman o beni; gece ya da gündüz olması fark etmez, yeter ki benim ona ayıracak zamanım olsun. Bunca yıl böylece geçinip gidiyoruz işte. Ama, övünmek gibi olmasın da, onun hakkını verdiğimi sanıyorum ki o da benden müşteki değildir sanırım!..

Şiirde ilham diye bir şey yoktur, daha doğrusu ilham, içinde yaşadığımız ömrün/hayatın kendisidir, bütünüdür. Onu algılamak, yorumlamak, eleştirmektir önemli olan. Yani hayatı umursuyorsanız, ciddiye alıyorsanız, onun üzerine kafa yoruyorsanız işte ilham denilen şey bu çabanızla ortaya çıkandır. Yoksa siz emek vermeden kimse şiir adına öyle “yukarıdan” bir şeyler göstermez size.

1980 sonrası şiirimizde toplumsal olanın imgelerin ardına saklandığını düşünüyor musunuz? Bu, toplumsalın şiirden ötelenmesi midir yoksa toplumsal olanın şiire içkinleşmesi mi?

Evet, artık teması (izleği) belirgin, imgesi seçikleşmiş ve ne dediği algılanabilen duyarlıklı şiirler yazılmıyor gibi hem bizde, hem dünyada. Enver Ercan’ın bir yazısının başlığını anımsıyorum: “Şiir hayattan değil, hayat şiirden koptu!” (Şiir Defteri / Şiir ve Hayat 2006) Ercan’ın saptaması doğru, hatta bugün şiirin durumu daha da içler acısıdır. Çünkü bugünkü yaşayış biçimi, insanlığın yakın tarihe değin yaşadığı yaşam biçimi değildir ve bu da aslında şiirin hayattan kopması değil, hayatın kendisinden kopmasının işarettir. Bu olumsuz durum; kapitalizmin, emperyalizmin ve dolayısıyla sömürünün biçim değiştirmesinin sonucudur, yani dünyanın tekdüze bir düzleme evrilmesidir(!). Buna da “küreselleşme” ya da “yenidünya düzeni” diyorlar… Sözünü ettiğiniz durum, bana bu “yeni düzenin” şiiri katlettiği izlenimini veriyor. Toplumsalın olduğu gibi, yaşamın da şiirden ötelenmesidir.

Son otuz yıllık şiirimizde toplumsal olanın imgelerin ardına gizlendiğini değil de, konusu insan ilişkileri olması gereken edebiyatın/şiirin neredeyse tümüyle yaşamın dışında bırakıldığını düşünüyorum. Çünkü toplumsal, yani insana ait olanın imgelerin ardına saklanması diye bir şey olamaz; çünkü imge bir saklanma menfezi, saklanma çukuru değildir. İmge, hiçbir dilin söz varlığı insanın duygu, düşünce ve hayallerini (düş) ifade etmesine yeterli olmadığından bu yetersizliği aşma yolu/yöntemidir. Söyleyecek sözü olan, yazınsal (edebi) sanatları ve olanakları da kullanarak sözünü açık seçik söyler, söylemeli diye düşünüyorum. Açık seçik söylemek sanattan uzaklaşmayı gerektirmez.

2000’ler şiirinde insanın görünmez hale geldiği, insan sesinin işitilmediği şiirlerin yazıldığı söyleniyor. Şairlerin estetize edilmiş sözcükler senfonisi kurmayı şiir olarak algılaması üzerine eleştiriler oldukça revaçta. Bu bağlamda şiirimizde insan nereye gitti, gittiyse neden geri gelmiyor bu şiir insanı?

“2000’ler şiirinde insanın görünmez hale geldiği” söylentisi hakkında düşündüklerimi, bir önceki sorunuza verdiğim yanıtta kısmen karşıladım sanıyorum… Estetize edilmiş söz konusuna gelirsek önce şunu algılamalı: Estetik, yakışmışlık demektir. Söyleneni kendi kuralları içinde yakıştırabiliyorsan sözü estetize etmiş olursun, sözcükleri değil. Ama şunu da hiçbir zaman unutmamalı ki; her güzel söylenmiş söz şiir değildir ya da şiir güzel söz söyleme sanatı değildir; ama sözü güzel söylemeden de şiir olmaz. Bununla birlikte, çirkinin de bir estetiğinin olabileceği hiç düşünülüyor mu acaba? Yani sanat söz konusu olsa bile estetik her şey demek değildir… İnsan insandır; koşu atı der gibi “şiir insanı”ndan söz etmek hoş bir söylem değil.

Edebiyat, düşünme ve yaratma aracı olan dilin özgürleştirici gücünü kullanarak insanı algılamaya, anla­maya, yaratmaya, paylaşmaya, sevgiye ve barışa götüren yollardan biridir. Bu bağlamda; edebiyat çok anlamlı, çok işlevli, çok yönlü, çok katmanlı bir sanattır. Herkesin bildiğini bir kez daha yineliyorum: Sanat insan ilişkileri üzerine kuruludur…

Hemen hemen her şiir yıllığında şiirin okunmamasına esef eden en az bir yazı okumak zorunda kalmak biz okurlar için bir zorunluluk mudur? Yani biz şiir okurları olarak bu durumdan rahatsızız. Siz de bu durumdan rahatsız mısınız? Ya da ne düşünüyorsunuz şiirin okunmaması, şiir kitaplarının satılmaması üzerine?

Şiirin az okunuyor olması kuşkusuz üzücüdür, ama bu durum bir anlamda şiirin yazgısıdır. Şiirin okunup tadına varılması için şiir algısı birikimine sahip olunması gerekir. Çünkü şiir verili (günlük) algının, yani düz mantığın dışında bir algıya gereksinir. Tüm sanatlar böyledir, herkes örneğin resimden, müzikten de anlamıyor. Sanıyorum biraz önce de konuştuk, sanat/şiir imgesel düşünmeyi, metaforik algılamayı gerektirir, tadına ancak böylece varılır. Bu da bir çaba ister hem şairden, hem de okurdan. Oysa yapısında tembellik genleri olan insan genellikle derinlikli olanın değil de popülere olanın peşine takılıyor. Bu da şiirin az okunuyor olması sonucunu doğuruyor. Şiir okurları, şiirin okunmuyor olmasına, bunun dile getirilmesine üzülmesinler; çünkü onlar çoğunluğun yapamadığından farklı bir şey yapıyorlar.

Sizce şiir bir varoluş biçimi midir? Şair şiirde nasıl var olur, şiir şairde nasıl var olur?

Heidegger’e göre, dünyada olma uzayla ilgili bir belirlenim değil, bir varoluş biçimidir. Buna göre, biraz önce de söylediğim gibi şair, 24 saat olan günün 25 saatini şiire ayırabiliyorsa, şiir onun için bir varoluş biçimidir. Gündelik işini kotarırken bile bilinçaltı şiirle doludur çünkü. Şiir ise şairde, dünya sorunlarının üstesinden gelinerek daha yaşanılır, daha estetik bir dünya düşüncesi ile varlık bulur. Ama burada şunu da anımsamalı ki, varoluşun bireysel olduğu kadar toplumsal yönü de vardır.

Çağdaş iletişim olanakları bağlamında düşündüğümüzde şiirin popüler kültür içindeki yeri ve önemi nedir, eğer bir önemi varsa popüler kültürün şiire sunacağı bir imkân var mıdır?

‘Popüler’ sözcüğü, Latincede “halka ait olan, halktan gelen” (popularis) demektir. Ama bu kavram, çağımızda kullanım amacına uygun bir anlam kazandı: 1) Kalabalıkların, yığınların beğenisine uygun, halkça tutulan, beğenilen; 2) Ünü çok yaygın olan, herkesçe tanınan (Ali Püsküllüoğlu, Türkçe Sözlük, Y.K.Y. İst. 1995). Bu anlamlarıyla popüler kültürün halkın kültürü olduğu söylenebilir mi artık? Yani bizim popüler kültür olarak adlandırdığımız olgu halkın ürettiği bir kültür nesnesi değildir. “Ya nedir?” diye sorulursa, rahatlıkla; halka dayatılan yapay bir kültür olduğu söylenebilir. Bunun tipik örneğini de müzikte görüyoruz. Örneğin ne ‘arabesk’, ne ‘pop’, ne de ‘fantezi’ denilen müzik türleri halkın ürettiği sanatsal etkinliklerdir. O nedenle bunlar olsa olsa, halka rağmen halka dayatılan ve kaderciliği öne çıkaran yapay kültür ürünleridir.

Bunlar düşünüldüğünde gerçek şiirin popüler kültür içinde yeri yoktur demek hiç yanlış olmaz. Şiir, popüler kültür onu kullanabiliyorsa vardır. O nedenle popüler kültürün gerçek şiire sunacağı hiçbir olanak, hatta yaşama hakkı yoktur.

Biz bu söyleşimizi Atılım Üniversitesi Kütüphanesi Elektronik Bülteni için yapıyoruz. Bir üniversite olarak olanaklarımız ölçüsünde şiire ve şairlerimize üniversitemizin entelektüel ikliminde yer vermeye çalışıyoruz. Günümüzde medyanın şiire ve şaire verdiği yeri ne ölçüde yeterli buluyorsunuz veya yeterli buluyor musunuz?

Popüler kültür / şiir ilişkisi sorunuzu yanıtlarken de söyledim: Popüler kültürün tutsağı olan günümüz medyasının şiire ve şaire yer vermesinden değil de onları kullanmasından söz edebiliriz; hadi büyük çoğunlukla öyledir diyelim. Günümüzde şiir medyayla değil, bin adet basılan ama o kadar bile satılmayan sanat dergilerinde soluk almaya çabalıyor. O tür dergileri de medyadan sayamayız sanırım.

Sahibi: Prof.Dr. Abdurrahim Özgenoğlu
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A. Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.