31 Yıl:
8 Ekim
2013 ISSN:
1306-3472

Ana Sayfa » Yıl 8, Sayı 31 (Ekim 2013) » ŞAİR ABDÜLKADİR BUDAK’LA SÖYLEŞİ

EDEBİYAT KÖŞESİ

 

ŞAİR ABDÜLKADİR BUDAK’LA ŞİİR VE SİNCAN İSTASYONU DERGİSİ ÜSTÜNE SÖYLEŞİ 

                                                                                                             
Gülden A. Pınarcı
gpinarci@atilim.edu.tr

 

Eğitim öğretim yılına yeni girdiğimiz bu sayımızda E-bültenimizin Edebiyat Köşesi’nde sizleri Ankara’ya gönül veren şair ve yazarlarla tanıştırmak istedik. İlk konuğumuz Şair Abdülkadir Budak ve konu da şiir. Abdülkadir Budak, bizlerle şiire bakışının yanı sıra yaşam hikâyesini içtenlikle paylaştı.

“Tren, istasyon gibi imgelerin bende şiirsel karşılığı dışında, anneyle ve ekmekle ilgisi olmuştur hep. Daha önce dediğim gibi, ilkokula başladığımda Sincan’a yerleşmiştik. Babam hastaydı, elden, ayaktan düşmüştü. Annem Ankara Şeker Fabrikası’nda çalışmaya başlamıştı ve işine banliyö treniyle gidip geliyordu. Annemi kardeşlerim uykudayken kalkıp uğurlamayı ve akşam olunca karşılamayı vazife edinmiştim. Tren penceresinden el sallayışını görmek…

O sıra beş kardeştik, elde avuçta artı bir şey de yoktu, annemin maaşı da yetmiyordu. Bu sıkıntılarımızı babamla kavgaya varan yüksek sesli tartışmalardan anlıyordum elbet. Aileme katkıda bulunabilmek için, okul dışı zamanlarda Sincan istasyonunda su ve simit sattığım çok olmuştur. İstasyonda ve daha çok da banliyö trenlerinde. Son durak olan Kayaş’a kadar gider gelirdim. Öyle ki biletçiler bilet sormazdı bana. Bu iş, lise birinci sınıfa kadar devam etti. İstasyon ve tren, bana anne ve ekmek parası demekti. Anneyi uğurlama, ekmeği karşılama… Siz olsaydınız, yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarım sonunda derginize hangi adı koyardınız?”

 

Bizler için sizi tanımak çok önemli. Sizinle ilgili araştırma yapıldığında eserleriniz dışında çok fazla bilgiye ulaşılamıyor. Bu gizemi çözmek adına Abdülkadir Budak’ı kısaca tanıtmanız istense, neler söylerdiniz?

Bir yazarın "dünyanın en geri kalmış kasabası" dediği Hafik'te (Sivas), 23 Nisan 1952 tarihinde doğmuşum; babamın ikinci evliliğinden olan yedi kardeşin ikincisi olarak. Annem ilkokulu bile bitirmemiş, doğal olarak da bunca çocuğa bakmak durumunda kalmış bir ev hanımıydı. Babam demirci ustasıydı (ne demekse?). Kendisinden çok daha genç olan annemi çok kıskandığını, sürekli hırpaladığını, hırsını çocuklarından -özellikle de benden- çıkardığını hatırlıyorum. Aksi bir adamdı babam. Ben görmedim, ablam görürmüş, "maviş gözleri dolu dolu olurmuş" bazen. O da okuma-yazma bilmezdi; bana okuttururdu kahramanlık ve efsanevi aşk hikâyelerini. Hem de defalarca.   

Babamı paltolu da görmedim hiç. Sivas'ın müthiş soğuğuna aldırmaksızın, terli terli dükkândan çıkar ve sırtında bir ceketle evin yolunu tutarmış. Annemin korktuğu başına gelir ve babam soğuk algınlığından yatağa düşer sonunda. Hem de bir daha kalkmamak üzere denilecek derecede hastalanır. Nefes darlığıdır (astım) bunun adı. Çalışamaz olur babam. O yıllarda Sivas'ta doğru dürüst bir hastane yoktur. Ankara'da yaşayan ablamın (ilk evliliğinden olan ablamın) ısrarları sonucunda dükkân satılır, eşya denklenir ve Ankara'nın yolu tutulur.

Ben yedi yaşındaydım; Hafik'te başladığım öğrenimimi, Sincan'a üç kilometre uzaklıktaki Saraycık köyünde sürdürdüm. Üçüncü sınıfa geldiğimde ise Sincan'a taşınmıştık. Beyaz badanalı, tek katlı evlerin ve lale bahçelerinin yarıştığı Sincan'a. Babam normal eğilimli bir sokağı bile yüzlerce kez dinlenerek çıkmaya, annem Ankara Şeker Fabrikası’nda çamaşırhane işçisi olarak çalışmaya, "saçını süpürge ederek" bizleri büyütmeye, okutmaya başlayacaktı.

Aldığı kültürün doğal bir sonucu olarak, "hanımının eline bakmak durumunda kalması" babamı daha hırçınlaştıracak, yaralayacak, çekilmez hale getirecekti. Yalnızca anneme değil, hepimize eziyet etmeyi ölümüne dek sürdürecekti. Babamın karşı çıkmalarına karşın ilkokulu, ortaokulu ve liseyi burada (Sincan) bitirecektim. Özellikle lise öğrenimim sırasında okulun en faal öğrencilerinden biri olarak hem de.. Yaptığım resimler beğeniliyordu; yazdığım şiirler de. Yanlış Anka Destanı adını verdiğim otobiyografik özelliği olan kitapta bu süreci, ilk şiirlerimi gösterdiğim kimya öğretmenimi anlatmıştım.

Her şairde olduğu gibi şiirimi besleyen kültürel coğrafyayı, kulağıma fısıldanan masallardan tutun da, okuduğum şairler, kitaplar, konuya ilişkin birikimlerim belirlemiştir. Ben Karacaoğlan'ı, Dadaloğlu'yu, Köroğlu destanını, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Tahir ile Zühre ve Şahmaran masallarını doğal olarak çağdaş şairlerimizi tanımadan okudum. Kültürel altyapımı ilkin halk masalları, onların olağanüstü atmosferi, kahramanlarının gizemli dünyaları oluşturmuştur. Sivas'ın küçük bir ilçesi Hafik'te doğmak, orada yaygın olan alevi-bektaşi kültürünün ezici etkisi altında kalmak, Eleştirmen Sabit Kemal  Bayıldıran'ın da saptadığı gibi, yıllar sonra ilk şiirlerime reaya (âşık) edasını sokacak, şiirlerime nefes edasını taşıyacaktır. Şiirimi bugün görünür kılan kimi izleklerin, çokluk çocukluğumda, önce dinlediğim, daha sonra binlerce kez okuduğum halk hikâyelerinden çıktığını söylemem bile fazla. Halk kültürü, halk şiiri başlangıçta öylesine derinden etkilemişti ki beni, az kalsın Karacaoğlan'ın bacanağı olarak kalacaktım. Bu etkiyi üzerimden atmak için çok çaba verdim; modern bir şair olmanın olanaklarını aradım. İmgelerim hala yalın, duru sular gibi hâlâ. Bundan şikâyetçi değilim. Yalın ama yalınkat değil, bunu biliyorum. Cesur, çıplak dolaşır.

Lise sıralarında Zeki Ömer Defne sevgisi ve bende derin bir etki bırakan "Kıyıdaki Tekne" adlı şiiri. Bende şiir yazma heyecanı uyandıran bir kırgınlık şiiri ve her dönem "kıyıdaki tekne" olmayı yeğleyiş. Daha sonra Cahit Külebi, hele hele Behçet Necatigil hayranlığı. Bize en yakın kuşaktan Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Refik Durbaş tutkunluğu. Daha sonra kazı çalışmaları. Geriye doğru çıkılan yolculuklar. Ülkü Tamer, Hilmi Yavuz, Gülten Akın, Sezai Karakoç, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Ceyhun Atuf Kansu, Dağlarca, Melih Cevdet Anday, Ziya Osman Saba, Yahya Kemal ve divan şairlerine rastlayış serüveni. Elbette yabancı şairler ama benim şiirimi etkileyenin daha çok Türk şairleri olduğunu vurgulamalıyım. Buluş, özümseyiş, dönüştürme, kişiliğini geliştirme, ayrıştırma çabaları.

Şiirle doğrudan ya da dolaylı olarak ilişkilendirilecek öteki "dünya işleri"ne gelince... Sincan Lisesi bitirilir (1970) ve daha çok da ekonomik koşulların yetersizliğinden yüksek öğrenim yapılamaz. Baba çoktan ölmüştür ve yedi çocuklu anne daha bir başına kalmıştır (Baba-oğul ekseninde ilerleyen Ahşap Anahtar adlı kitabım mutlaka okunmalıdır).  Aileye yük olmamak, bir an önce hayata atılmak, daha doğru bir deyişle para kazanabilmek için çalışmayı, devlet memuru olmayı seçiş. İlk görev yeri olan Kayseri'ye, eşimle birlikte yapılan yolculuk. Evet, evlendiğimde yirmi yaşındaydım henüz ve gurbette yalnız olmayacaktım. Şimdilerde adları iyi şaire çıkan Emel Güz ve Orhan Göksel’in babası olacaktım.

1994 yılında devlet memurluğu görevinden emekliye ayrılıp Ankara’ya yerleştim. 11 yıl kadar Türk Hava Kurumu’nda sözleşmeli olarak çalıştıktan sonra Yazılı Kâğıt Yayınları’nı kurdum ve Sincan İstasyonu adlı iki aylık şiir dergisini çıkarmayı sürdürüyorum. Sadece şiir yazan, şiir kitapları ve şiir üstüne yazılmış deneme kitapları çıkarıyor değildim. Edebiyat, şiir dergiciliğini seviyordum ve Ozanca (1976), Hâkimiyet Sanat (1976-1980), Şiir Odası (2000) ve Sincan İstasyonu (2007- …) adlı dergilerin ya içinde ya da başında oldum.

Cemal Süreya “Şairin hayatı şiire dair” diyor. Bu bağlamda yaşamınızdan arttırdıklarınız mı şiir oluyor yoksa yaşayamadıklarınız mı? Şiiriniz dışında başka türde yazılarınız var mı ya da başka türde yazmayı düşündünüz mü?

Şiirlerimde otobiyografik öğelere sıkça rastlanır. Şiir serüvenimin hayatımla olan paralelliği sadece şiirlerimden değil, Ya Şiir Olmasaydı (YKY, 2010) adlı kitabımda yer alan yazılardan da çıkarılabilir. Şiir her şeyden çıkar, bir şair arkadaşın dediği gibi yazmasını bilene “her şey şiirdir.” Yaşadıklarınızdan olduğu kadar, düşlediklerinizden, okuduklarınızdan da şiir çıkar. Bütün mesele şiirde yeni bir yaşantı, yeni bir bakış, farklı bir yorumlayış unsurlarını öne çıkarabilmekte yatar. Kendi şiirinizi yazabilmek, kendi imge sisteminizi kurabilmek önemlidir. Renginiz, deseniniz, kendinize özgü sesiniz vb.

Sincan İstasyonu isimli iki aylık bir dergi yayımlıyorsunuz. Sincan İstasyonu’nun çıkış öyküsünü bizlerle paylaşır mısınız?

Tren, istasyon gibi imgelerin bende şiirsel karşılığı dışında, anneyle ve ekmekle ilgisi olmuştur hep. Daha önce dediğim gibi, ilkokula başladığımda Sincan’a yerleşmiştik. Babam hastaydı, elden, ayaktan düşmüştü. Annem Ankara Şeker Fabrikası’nda çalışmaya başlamıştı ve işine banliyö treniyle gidip geliyordu. Annemi kardeşlerim uykudayken kalkıp uğurlamayı ve akşam olunca karşılamayı vazife edinmiştim. Tren penceresinden el sallayışını görmek…

O sıra beş kardeştik, elde avuçta artı bir şeyle yoktu, annemin maaşı da yetmiyordu. Bu sıkıntılarımızı babamla kavgaya varan yüksek sesli tartışmalardan anlıyordum elbet. Aileme katkıda bulunabilmek için, okul dışı zamanlarda Sincan istasyonunda su ve simit sattığım çok olmuştur. İstasyonda ve daha çok da banliyö trenlerinde. Son durak olan Kayaş’a kadar gider gelirdim. Öyle ki biletçiler bilet sormazdı bana. Bu iş, lise birinci sınıfa kadar devam etti. İstasyon ve tren, bana anne ve ekmek parası demekti. Anneyi uğurlama, ekmeği karşılama…

Siz olsaydınız, yukarıdan beri anlatmaya çalıştıklarım sonunda derginize hangi adı koyardınız? Benim yaptığımı yapar, ete kemiğe bürünmüş, hayatta karşılığı olan bir adı seçerdiniz, öyle değil mi? Sahici, sıcacık bir isim olurdu. Sahici olduğu, yaşanmışlık payı büyük olduğu için de çok sevilirdi. Nitekim de öyle oldu. Bu dergi adı çok sevildi. “Sincan’da Bir Sokağın Balkondan Görünüşü”, “Sincan’da Şair Olmak”, “Sincan’da Ölmek” gibi başlıklar altında şiirler, yazılar yazmış bir şaire de çok yakıştırıldı. İş olsun diye değil,  sevgiyle, yaşanmışlık süzgeciyle bulunmuş bir dergi adıydı bu. Bürosu Sincan istasyonuna 150-200 metre mesafede olan bir dergi bu. İstanbul ve İzmir yönünden gelen şair, yazar arkadaşlarım bu istasyonda inmeden Ankara’ya geçmiyorlar artık. Bu çok sevindirici bir şey. İstasyondaki Sincan yazısını gören bizim dergimizi hatırlıyor hemen. Hep öyle söylüyorlar. Bu çok güzel.

Ankara’yla ilk 1959 yılında babanızın rahatsızlığı sırasında tanıştınız. Daha sonra 1994 yılında emekli olup Ankara’ya yerleştiniz. O yıllardan hatırladığınız Ankara nasıl bir yerdi?

Ben küçüktüm Ankara‘da küçüktü. Hele de Sincan… Beyaz badanalı ve lale bahçelerinin olduğu büyükçe bir köydü. Küçük bir kasabaydı. Evden çıkıp çarşıya vardığımda rastladım on kişiden sekizine selam verirdim. Şimdi bin kişiden birini gözüm ısırsa sevineceğim. Yirmili yaşlarda iş hayatına atılmış, gurbetin yolunu tutmuş, kırk iki yaşıma bastığımda Sincan’a yeniden dönmüştüm. Arkadaşlarımın çoğu burayı terk etmiş, gençliğimde kanımı kaynatan kızlar kocaya varmış, akrabaların da ayrı dünyalar kurduklarını görünce sılamda gurbeti yaşar olmuştum. Bu duyguların şiirini yazdığım, nüfusu beş yüz bine ulaşan Sincan’da bugün de kitapçı yok, sinema yok. Benim için merkez var, Kızılay var daha doğrusu. Orada da Yüksel Caddesi var, ille de kitapçıların sıralandığı Konur Sokak var. Arada bir buluştuğum, demli çaylar eşliğinde hayatı ve elbette şiiri konuştuğum şair arkadaşlarım var. 

Sincan’a yeniden döndüğümde yirmi dört saatini şiire ayıran bir adam olarak bunu yirmi beşe çıkarmaktan başka çarem kalmamıştı. Araya kitap yayıncılığını ve dergiciliği de soktum da yalnızlıktan bu yolla kurtulmayı başardım. Dergimizin bürosu burada ama ben daha sessiz, sakin bir yerde, Eryaman’da oturuyorum artık.

Ankara, birçoklarına bürokratik, resmi ve soğuk görünür. Uzun zamandır Ankara’dasınız. Ankara’nın ya da genellersek yaşadığınız başka şehirlerin şiirlerinizdeki izlerini sürmemize yardımcı olur musunuz?

Ankara’nın gri bir kent olduğu söylenir de, ben burada yaşamayı seviyorum. Yazdığım şiirlerle değişik renkler katmaya, daha canlı bir görünüm almasını sağladığım zamanlar oluyor. Kayığımı bulvar kıyısına bağladığım çok olmuştur. Daha da önemlisi beni buraya bağlayan çocukluğum, ilk gençliğim var. Annemin, babamın, ablamın mezarı burada. Çocuklarım da tercih etmediler başka şehirleri; öyle olunca ayrı bir bağ da söz konusu oldu ve burada kaldım. Bir yazımda “bir şair İstanbul’da doğmamışsa İstanbul’da ölmelidir” demiştim ya, galiba ben burada öleceğim. Filler öleceği yeri seçermiş, ben de seçtim. “İnsan yaşadığı yere benzer” derler de, ben daha çok şiirde yaşadığım için oradaki imgelere, hayallere benziyorum galiba. Ankara’nın da bütün öteki şehirler gibi sınırları var, şiirin sınırı yok. Haritanız burada genişler, değişik renkler edinir, gri aracıkta bir yerde kalıverir. Şair şiirindedir.

Şiirin kimliğini toplumsal olayların yarattığına çok inanılır. Ancak 1990’ların ardından toplumsal olaylar yerini bireysele bırakmaya başladı. Sizce şiir yeniden bireyselden toplumsala evrilebilir mi?

Şirin kimliğini toplumsal olaylar ya da bireysel durumlardan ziyade şairin kimliği, kişiliği, ayırt edici özellikleri, bakışı, algısı ve bunları yansıtışı belirler en başta.  Şiir dış yaşantıya dair olan toplumsal olaylardan, gelişmelerden, çatışmalardan olduğu kadar, şairin içindeki çatışmalarından, geriliminden de çıkar ya da bu ikisinin sentezinden. Şairine göre değişir bu.

Şairlik yeteneği diye bir şey vardır. Şiir yazmaya çalışan yeteneksiz biri okyanustan damla çıkaramazken, yetenekli olanı damladan okyanus elde edebilir. Şairi büyük eden büyük temaları işlemiş olması değil, büyük şair oluşundan ileri gelir. Alanları yazan Nâzım Hikmet ne kadar büyükse, odaları yazan, odası dünyadan büyük Behçet Necatigil de büyük şair sıfatını hak eder. Demem o ki, asıl olan iyi şiirdir, has şiirdir. Şairin güncelliğini her zaman koruyacak bir kalıcılığı yakalayabilmesi, beşeri olanı ve insandaki değişmez özü bulabilmesi ve bunu da iyi yansıtabilmesi gerekir. Estetik düzeyi yüksek bir şiir… Şairin yeni bir bakış, şiirle yeni bir yaşantı sunabilmiş olmasıdır önemli olan. Şiirin çıkış yerine (yazılış sebebine) değil, varı yerine, şiir olup olmadığına bakılır. Şairleri toplumcu ya da bireyci gibi görmek yerine şiir sanatına katkıda bulunup bulunmadıklarına bakılmalıdır. En bireyci dediğimiz şiirde toplumsalcı göndermelere rastlanabileceği gibi, toplumsal bir konuda yazılmış bir şiirin bir yerinde şairinin bireysel özelliklerine, kişisel tarihinin ipuçlarına rastlayabiliriz.

Şairleri ataşleyen toplumsal olaylardan biri de “Gezi” adını taşıyor şu sıralar. Şair “gezi”yi yazdığı zaman içindeki, ruhundaki, hayallerindeki “gezi”yi de yazıyor olmasın? Birey ve toplum birbirinin karşıtı değil sentezidir. Birini ötekinden çekip çıkaramazsınız. Şiirdeki tema da öyledir. Konu değil tema…

Son olarak Abdülkadir Budak kimleri ya da hangi türden eserleri okumaktan hoşlanır?

Okumalarım zaman içinde değişir elbet. Çocukluğumda, gençlik yıllarımda okuduğum kitapları yeniden okumak istediğim olur. O zamanki yeri ile bugünkü yeri arasındaki farkı görmek isterim. Ben mi değişmişim, o kitaplar mı değişmiş zaman içinde? Bunu merak edip kimi klasikleri yeniden okuduğum olur. Çoğunu yarıda bıraktığımı görürüm. Şiire dair her şey öncelik taşır bende. Şiir üstüne yazılmış kuramsal kitaplar, şair hayatlarına dair kitaplar, bu konularda araştırma, inceleme kitapları… Kolay beri roman okuyamam örneğin. Oğuz Atay, Hasan Ali Toptaş gibiler istisnadır bende, ama o kadar.

 

Sahibi: Prof.Dr. Abdurrahim Özgenoğlu
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.