Ana Sayfa » Yıl 8, Sayı 31 (Ekim 2013) » OKUYUCULARIMIZDAN
OKUYUCULARIMIZDAN
Soner Üçkuşoğlu
MELEKLER ŞEHRİ
E- Bültenimizin bu sayısında sizlerden gelen taleple “Okuyucularımızdan” başlıklı yeni bir köşe açtık. Lise son sınıf öğrenci olan 17 yaşındaki okurumuz Soner Üçkuşoğlu’nun yazdığı “Melekler Şehri” isimli öyküyü sizlerle paylaşmak istedik. |
Salı günlerini severdim, bir salı günü doğduğumu öğrenene dek. Kendimi ayna karşısında izlemekten keyif alıyordum. Ne kadar berbat bir görüntüydü oysa. Yüzümdeki geçmek bilmeyen yaralar, hepsi tırnaklarımın eseri. Saçlarım, belli bir şekle girmeyen benim gibi düzensizler. Tam benlikler yani. Parmaklarım, ayaklarım, dizlerim, kulaklarım ve gözlerim. Tanrı bir amacı varmış gibi davranmış ortaya beni koymuştu. Belki böyle bir şey hiç olmamıştı.
Kendini reddeden insanlarla tanışmıştım. Onlara “kopuklar” diyordum. Hayatlarından, evlerinden, ailelerinden, toplumdan hatta bedenlerinden ve ruhlarından kopmuş insanlardı. Geceleri ortaya çıkar, şehri karanlıkta izlemeyi severlerdi. Onlarla takılıyordum. Gündüz insanların arasında olmaktansa gece yabani hayvanların arasında olmayı yeğlerim. Vazgeçmemişti bu insanlar. Sadece mücadelelerini geceleri sürdürüyor ve yaşama tutunmaya çalışıyorlardı. Gündüz çalışıyorlardı ama işlerini çok dikkatli seçiyorlardı. İnsanların olabildiğince göremeyeceği kişilerdi. Bir aşçı mesela, herkes restorana gelir, yemeğini yer, çok beğense dahi aşçıyla görüşmek istemez. Birkaç çalışan dışında kimse aşçıyı görmez. Bu tarz işler seçerler.
Gülay bunlardan biriydi. Kopuklardandı. Hatta en güzeliydi. Zaten aralarında üç bayan vardı ama Gülay gerçekten güzel bir kadındı. Aşçı olan da Gülay’dı. Kendi tarzını oluşturmuştu hemen her şeyde. Kıyafetleri, şişeyi tutuşu, yaptığı yemekler... Her şeyiyle farklı bir kadın... Dikkatimi çekiyordu, kim bilir belki ona daha fazla yaklaşabilirdim.
Neyse kendimden bahsetmek gerekirse, hukuk okudum ama hiçbir davaya katılmadım, sadece yazı işleri için avukatlık yaparım. İnsanlar gelirler, yasaları sorarlar, ne yapmaları gerektiğini söylerim ve koltuğumdan kalkmadan onları geldikleri gibi gönderirim. Saat başı ücretimi alırım, bu da bir hayli yeter. Kopuklar ile ilk tanıştığımda bir isimleri yoktu. Bir gece evimden çıkıp karşı büfeye içecek almaya giderken onlarla karşılaştım. Birkaç sokak yürüdük. Sessizce. Nedenini bilmiyordum ama peşlerine takılmıştım. Sonra Gülay ne yaptığımı sordu. Yanıtlamadım. Yürümeye devam etmek daha doğruydu. Hiçbir şey olmamış gibi, yıllardır tanışıyor gibi onlarla oturdum o gece bir barda. Bütün gece konuştular. Dinledim, güzel ve akışkandı konuşmaları. Birbirlerini çok iyi tanıyorlardı. Gün içinde ne yaptıklarından hiç bahsetmezlerdi ama. Geceleri de bir arada geçiyordu. Nereden buluyorlardı bu kadar konuşacak şeyi aklım almıyordu. Birisi gündüz yaşadığı bir olaydan bahsedecek olsun anında susturuluyordu. Uykuya dört saatten fazla ayırmıyorlardı günde. Gördükleri rüyaları mı anlatıyorlardı bilmiyorum. Ama hepsi en az beş yıl öncesinden bahsediyordu. Bir kuralmış gibi.
Birkaç gün böyle devam etti, onlar tam kapımın önünden geçerken onlara katıldım. Ses çıkarmadılar, beni dışlamadılar ama tanımadıkları içinde konuşacak bir şeyleri yoktu. Birkaç gün sonra sohbetlerine katıldım bir anda. Sadece çocukken başıma gelen garip, beni, her hatırladığımda hüzünlendiren bir olaydan bahsettim onlara. Hepsi bana baktı, yaşadığım olayı anlamadıklarını ya da bana inanmadıklarını düşündüm. Ama hepsi tek bir ağızdan “Sonunda konuştun.” dedi. Bunu beklemiyordum, susmam hoşlarına gidiyor, en azından onları rahatsız etmediğimi düşünüyordum. Sonra devam ettim, başka olaylar anlattım, beni hüzünlendiren olaylardı. Daha önce çok kişiye anlattığım olaylardı, basit şeylerdi aslında ama unutamıyordum sadece. O gece eve döndüğümde, üzerimi çıkarmadan yatağa girdim. Onlara anlattığımda, kendimi rahatlamış hissettim. Yastığa başımı koyduğumda anlattığım olayları düşündüm. Babamla olan kavgalarımı anlatmıştım onlara. Bir yorumda bulunmamışlardı. Soru sormamışlardı, sadece başlarını sallamış, içkilerini yudumlamış ve “Rahatla o adamdan kurtuldun, iki ayağının üzerinde durabiliyorsun artık, en azından çoğu zaman.” gibisinden laflar ettiler. Anlattığım olayları düşündüm, tekrar tekrar görüntüleri gözümün önüne geldi. Rahatsız olmadım. Hüzünlendirmedi ilk defa. Hatta yataktan kalkıp aynanın karşısına geçtim. Tekrar baktım kendime. Beğendim ilk defa ve hoşuma gittim. Kendini beğenmek, biraz olsun iyi bulmak harika bir duyguydu. Ayaklarıma baktım, iki ayağımda sapasağlam basıyordu yere. Dünyanın bütün orduları gelse beni oradan ben istemediğim sürece hareket ettiremeyecekmiş gibi hissediyordum. Yatağa girdim, güzel bir uyku çektim, iş boyunca geceyi sabırsızlıkla bekledim. Anlatacak çok şeyim vardı.
Geceler artık benim üzerime kuruluydu. Anlattıklarımı seviyorlardı. İyi anlaştığımızı düşünüyordum. Bir gece tek başına geldi Gülay. Diğerlerini sordum ama cevap vermedi. Delirecek gibi oldum. Berbat görünüyordu. Yüzü bembeyazdı. Gözleri ağlamaktan kızarmıştı. Ben sormaya devam ediyordum. Yürüyorduk bir yandan, bir büfenin önünden geçerken gazetelere baktı, bir gazeteyi özellikle aldıktan sonra bana uzattı. Parasını büfeye verdi, o arada gazeteyi incelemeye çalışıyordum sokak lambasının altında. Saçmalıklar vardı, beni ilgilendirmeyen başlıklar. Üçüncü sayfaya gelmiştim. Ünsüzlerin nasıl öldüklerini anlattıkları sayfa... Bir başlık “Tinerci Dehşeti.” Haberin içeriğine baktım. “Tinercilerin bir arkadaş grubuna saldırması üzerine, arkadaşlarını bırakıp olay yerinden koşarak kaçıp hayatını kurtarabilen G.A. (26) arkadaşlarının bıçaklanarak öldürüldüğünü polisten öğrendi.” Başımı kaldırdım, Gülay’a baktım. Kızarmış gözlerine, ilk kez gördüğüm makyajsız haline, rüzgârın dalgalandırdığı saçlarına... Gazeteyi bırakıp sarıldım boynuna. Gözyaşlarım yıllar sonra bir başkasının omzuna düştü.
Bir süre diğerleri varmış gibi devam ettik. Sonra Gülay bana taşındı. Düzensiz hayatımın bir anda düzene kavuştuğunu gördüm. Kaybettiğim dört arkadaşıma rağmen kazandığım biri vardı. Her gece aynı bara gitmeyi sürdürdük. Dönerken şehri yukarıdan gören bir yerden geçiyorduk. İlk kez durduk orada. Aslında şehri seyretmek için harika bir manzarası vardı ama manzaraya karşı susmak gerekirdi, bizimse konuşmaya ihtiyacımız vardı. Birkaç dakika seyretti manzarayı Gülay.
“Melekler Şehri” dedi. Bana bakıp gülümsedi. Bir öpücük kondurdu dudaklarıma. Eve döndük, rutinimize yenilik katmıştık. “Melekler Şehri” bizi bir araya getirmişti. Çünkü her gün gittiğimiz barın tabelası o kadar yukarıya asılmıştı ki, başımızı kaldırıp bakma zahmetine daha önce girmemiştik. Oradan, şehri ayakları altına alırken tek baktığı o bar olmuş ve barın ismini görmüştü. Bir bara verilebilecek en son isimdi belki ama artık anlamlıydı, en azından bizim için.
Yayın Kurulu: Prof.Dr. İsmail Bircan, Uzman Nilüfer Ünal, Osman Kutlu
Editör: Gülden A Pınarcı
İçerik Yöneticisi:
3 Ayda bir yayınlanır.